6 Ağustos 2013 Salı

Tropikal iklimde yaşam



Çok sıcak. Gerçekten. Siz bu satırlarımı okurken ben çoktan serin bir yere doğru yola çıkmış olacağım demeyi ne kadar da isterdim… Oysa sıcaktan kaçınmak imkansız. Ve siz satırlarımı okurken çenemden klavyenin üzerine şıp şıp ter damlıyor. Sanki beni bir saunanın içine koymuşlar ve ‘bundan sonra burada yaşayacaksın’ demişler gibi. Sıcağı ve nemi anlatmaya kelimeler kifayetsiz. Güneşin bir an önce batmasını veya yağmur yağmasını dilemekten başka yapacak hiçbir şey yok.
Burada geçirdiğim ilk iki hafta, susuzluk ve terden sabahları aniden uyanıyor, kurumuş gırtlağımdan bir yudum sıvı geçsin diye delirmiş gibi, şuursuzca yataktan fırlıyordum. Bu fırlamalar esnasında henüz cibinlikle yatmaya da alışamadığım için, bir müddet tüllerle mücadele etmem gerekiyordu. Yüzümde sürekli muşmula bir ifade…
“Afrika tabi, bu sıcaklar normal” diyebilirsiniz. Ben de buraya gelmeden önce farklı bir durum beklemiyordum elbette. Ama metabolizmam Gambiya’nın iklimine uyum sağlayana kadar epey bir hırpalandım. Özellikle ülkenin içlerindeki proje bölgelerine seyahat ettiğimde –ki bu bölgeler yaşadığım Brikama’ya göre çok daha sıcak- itiraf ediyorum, bir yerlere saklanıp çocuklar gibi hüngür hüngür ağladığım oldu. Yüzüm, saçlarım, vücudum terden sırılsıklam, akan terden gözlerim yanıyor, başıma sardığım eşarp beni sıcaktan koruyamadığı için üstüne bir de şapka geçirmişim ama buna rağmen beynim güneşten deliniyor gibi hissediyorum ve bir türlü geçmeyen korkunç bir baş ağrısı çekiyorum.
Bunları neden uzun uzun anlatıyorum? Olur da Afrika’ya gelirseniz ORS diye kutsal bir ilacın varlığından haberdar olun da benim çektiklerimi çekmeyin diye. ORS’nin açılımı, Oral Rehydration Solution. Dehidrasyonla kaybettiğiniz tuz ve mineralleri vücuda geri kazandırıyor. Burada öyle yaygın kullanılıyor ki bakkallarda bile bulmak mümkün. Bir litre suyun içine bu tozu döküp gün boyunca içiyorsunuz. Ondan sonra baş ağrısı falan kalmıyor. Tabi bu sıcaklarda yürürken en az iki litre suyu sürekli yanımda taşımak zorunda kalıyorum ama olsun. Aksi takdirde burada bir yerden bir yere gitmeniz ya da en basit şekilde normal bir insan gibi hareket edip, çalışmanız mümkün değil. Elektrik ve klimanın olmadığı bilgisini de not düşeyim.

Ekvator çizgisinin biraz üzerinde yer aldığı için Gambiya, tropikal bir iklime sahip. Kuru ve yağışlı olmak üzere yılda iki mevsim yaşıyor. Yağmurlu mevsim Temmuz ayı başında başlayıp Ekim ayına kadar devam ediyor. Benim talihsizliğim mi nedir, bu yıl havalar beklenenden daha sıcakmış ve yağmurlu mevsim biraz gecikmiş. Bereket geçen hafta yağmurlar başladı da biraz nefes aldık. Tabi yağmurlu sezonun da şöyle bir sıkıntısı oluyor; nem çok yüksek. Bulutlar tepemizde toplanırken üstümüzde havanın ağır baskısını hissediyoruz. İnsanın göğsüne oturan, soluğunu kesen, sıkıntılı bir sıcak bastırıyor önce. Sonra uzaktan hafif bir meltem esiyor. Esinti bir anda şiddetlenip fırtınaya dönüyor ve bum! Deli bir yağmur başlıyor. Öyle çiselemek falan yok. Bir anda. Bizim en şiddetli yağmurumuzu yüzle çarpın. Galonlarca su boşalıyor. Yağmura dışarıda yakalanırsanız bilin ki hiçbir yağmurluk (en azından Türk Malı yağmurluklar) kar etmiyor. Büyükçe bir şemsiye ile gezmek en güzeli. Tabi şemsiye de bir noktaya kadar dayanıyor. Mutlaka kuytu bir yerlere saklanmanız gerek. Allahtan yağmur normalde gün boyu ısınan ve adeta hamama dönen evlerin içini serinletiyor da akşamları huzurlu bir uyku çekiyoruz.

Ohoo, iklimi anlatmayı amma da uzatmışım. Halbuki bu yazıda niyetim Missira ve Brikama’yı anlatmaktı. Gerçi olsun. Çünkü buranın yaşam koşullarını ve kültürünü anlayabilmek için önce iklimi anlatmak sanırım yerinde olur. Tahmin edeceğiniz gibi burada hayat çok ama çok yavaş. Adeta slow motion… İnsanlar sokaklarda salına salına yürüyorlar. Eğer dar bir sokakta iseniz, adeta kuyruktaymış gibi yavaş yavaş yürümek zorundasınız. Tabi sıcağın altında bu hiç kolay olmuyor. Eğer insanlar salına salına yürümüyorsa, (genelde kaldırım olmadığı için) sokağın kenarında, belki bir ağaç altında uzanıp yatıyorlar. Özellikle sokak satıcıları arasında böyle kenara büzüşüp yatmak pek moda. Tezgah falan açıkta, biri gelir bir şey aşırır dertleri yok. Uyuyorlar. Bir bakkala giriyorsun bakkal uyuyor, eczaneye giriyorsun eczacı tezgaha kafasını koymuş şekerleme yapıyor. Anlayacağınız ‘çalışıyor olmak’ uyumak için engel değil. Bizim ofise toplantı için birileri geliyor; bir müddet sonra kenardaki banka yatıp uyuyabiliyor. Tabi bu baygın düşmelerde Ramazan’ın da etkisi var. Gambiya, yüzde 90 küsur Müslüman bir ülke ve çoluk çocuk hepsi sıkı bir şekilde oruç tutuyorlar. Böyle bir iklimde bırakın açlığa, susuzluğa nasıl dayandıklarını anlamakta güçlük çekiyorum.

Gambiya nehrinin kenarına kurulmuş bu ülke kocaman bir delta, tamamen dümdüz. Tropik yağmur alan bir coğrafya olmasına karşın Senegal’in kuzeyinden, Sahra Çölü’nden gelen kızıl kumlar tarafından kaplanmış durumda. Öyle ki bu kum/toprak az sayıdaki asfalt yolu, ağaçların dallarını, her yeri kaplıyor. Elbette kan ter içinde yürürken yüzünüz gözünüz de kumdan nasibini alıyor. Her sokağa çıkışta vücudunuzun çıplak kalan noktaları bir toprak tabakasıyla kaplanıyor. Terlikleysen ayaklar kızıl çamur, alnından kahverengi terler süzülüyor. Bir bezle yüzünüzü kapatsanız bile, kumların ağzınıza girmesine ve dişlerinizin arasında sürekli çıtır çıtır etmesine mani olamıyorsunuz. Haliyle burada solunum yolları sıkıntısı yaşayanların sayısı hayli fazla.
Gambiya, yılın belli dönemlerinde yüksek oranda yağış aldığı için, cadde ve yol kenarlarındaki kızıl kumlara rağmen yemyeşil. Etraf palmiye, muz ve mango ağaçlarıyla, bin bir çeşit çiçeklerle kaplı. Büyüklüğü ile bana Avatar filminin ulu ağaçlarını anımsatan Afrika’nın sembol ağacı Baobab’lar her yerde. Bizim ulu çınarlarımızın birkaç katı genişliğindeki bu ağaçlar, dallarından sanki ipe bağlı bir topaç gibi sallanan meyveleriyle peri masallarından çıkmış gibi görünüyorlar. Bunların dışında adını buranın yerlilerinden bir türlü öğrenemediğim, ateş kırmızısı çiçekleri olan kalın gövdeli muhteşem bir ağaç daha var. Kaç kişiye sorduysam, “Haa, çiçekli ağaç mı? Biz ona çiçekli ağaç (flower tree) diyoruz zaten” diye bir cevap aldım. Halbuki farklı renklerde onlarca çiçekli ağaç var burada… Sanki Gambiya’da gökkuşağının tüm renklerinden birer bitki var gibi. Gözleriniz renk cümbüşünden bayram ediyor.


Bu renk cümbüşü, Gambiyalıların giyimlerine de yansımış. Öyle kuzguni siyah ve güzel ciltleri var ki, giydikleri rengarenk kıyafetler üzerlerinde adeta bir resim gibi duruyor. Erkek, kadın demeden daima en cırtlak renkleri tercih ediyorlar. Yanlarında kendimi solgun, sarılıklı bir insan gibi hissediyorum. Bu kılık kıyafet, süslenme faslına bilahare gireceğim. Ama daha fazla uzatmadan Brikama’dan bahsedeyim.

Fareli köyün kavalcısı
Gelişmişlik anlamında Gambiya, bana göre yeni çağa daha yeni adım atmış bir ülke. Ülkenin yüzde 70’i çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşıyor. Turizm dışında kayda değer hiçbir endüstrisi yok. Turizmin de ne kadar kayda değer olduğu tartışılır… 1.7 milyon nüfuslu ülkenin yüzde 50’den fazlası, uluslararası yoksulluk sınırının çok altında, günde 1,5 Amerikan Doları ile geçiniyor. Daha doğrusu, geçinemiyor… İşsizlik yüzünden nüfusun çoğu Brikama gibi kentlere akın etmiş. Tabi buraya, bizim anladığımız manada kent denilebilirse… Hiçbir sokakta asfalt yok. Asfalt yollar ancak şehirlerarası bağlantılarda. Her yer çamur; bazı yerler çamurun da ötesinde bataklık ve gölet. Çöpler bu suların üzerinde yüzüyor. Eğer gün olur da sokakta herhangi bir çöp kutusuna rastlarsam, söz fotoğrafını çekip sizlerle paylaşacağım. 

Kanalizasyon sistemi yok. Evlerde, kompaların içindeki küçük ahşap ya da alüminyum kulübeler, tuvalet olarak kullanılıyor. Tuvalet dediysem, yalnızca bir delikten ibaret. Bir atık sistemi olmadığı için kanalizasyon genellikle toprağa işliyor ve kompaların duvarından sokağa doğru sızıyor. Bu yüzden sokakta bahçe duvarlarının diplerine baktığınız zaman boydan boya nasıl yeşillendiğini görüyorsunuz. Yağmur şiddetli yağdığı zaman, bileklerinize gelen (ben henüz görmedim ama Eylül ayında dize kadar olduğu söyleniyor) su birikintilerinin içinde yürürken, haliyle kanalizasyonun ve çöpün içinde dolaşıyorsunuz.  
Kompalarda bahçenin bir köşesinde, çöpleri yakmak için bir bölüm ayırıyorlar. Çöpler burada biriktiriliyor ve iyice sineklenmeye başladığı zaman yakılıyor. Haliyle fareler burada oldukça tosunlar ve neredeyse bir evcil hayvan olarak besleniyorlar.

Elektrik gün içinde belli (daha doğrusu belli olmayan) saatlerde veriliyor; akşamları genellikle elektriğimiz yok. Ya mum ışığı ya da pilli fenerlerle yaşıyoruz. Bereket sevgili Toshiba’mın şarjı uzun süre dayanıyor da kesinti olduğunda bile birkaç saat çalışıp işlerimi yapabiliyorum. Şarj artık tamamen tükendiğinde ise fener ve mum ışığında kitap okumaya alıştım.
En çok şaşırdığım şey, burada suyun pek kesilmemesi. Gambiya’nın su rezervleri oldukça fazlaymış. Gayet de temiz olduğu iddia ediliyor. Genellikle her mahallenin büyük bir su tankı bulunuyor. Suyu oradan evlere ulaştırıyorlar.

Yaşadığım mahalle Missira, Brikama’nın merkezine yürüyerek on beş-yirmi dakikalık mesafede. Ama tabi yollar genelde çamur deryası olduğu için, yürümek yerine dolmuşları kullanıyoruz. Yanlarında ya da üstünde yeşil bir şerit bulunan sarı sedan otomobillerden oluşan araçlar, göletlere bata çıka artık otomobillikten çıkmış durumdalar. Kontak anahtarının olması gereken yerden kablolar çıkıyor, arabalar genelde hurda durumda. Kapı kolları yok, kopuk silecekler bezler ya da ipler vasıtasıyla cama tutturulmuş… Araçlar kaportadan ibaret, bildiğiniz canlı cenaze. En çok güldüğüm şeyse, eğer ön koltuğa oturuyorsanız şoförün mutlaka emniyet kemerinizi bağlatması. Tabi kemer de kemerlikten çıkmış, kalın bir ip gibi boğazınıza dolanıyor.  

Dolmuşlar, Brikama’da pazar yerinin yanındaki büyük garaja 8 Dalasi’ye gidiyorlar. Ah, bu arada Gambiya’nın para birimi Dalasi’den de kısaca bahsedeyim. 100 dalasi yaklaşık 8 lira. Ekmek 6 dalasi, 1 litrelik pet şişede su, 25 dalasi.
Brikama’nın garajı, sanırım yeryüzünde görebileceğiniz en karmaşık, en pis, en kalabalık yer. Belki 1950’lerin sonundaki Topkapı Garajı ile mukayese edilebilir. Gambiya’da taşımacılık konusunu, başka bir yazıda ayrıca anlatmam lazım.
Missira’nın sokakları, sürekli koşturan, oynayan ve şen kahkahalarıyla ortalığı ayağa kaldıran neşeli çocuklarla dolu. Ev ve bahçe kapıları daima açık, bütün aileler çoluk çocuk ortada. Küçük bir yer olduğu için herkes birbirini tanıyor, ayaküstü sohbet ediyor. Bu açıdan son derece emniyetli ve onca kire, toza, çöpe rağmen insana huzur veren bir yer.

Tabi ben bu mahallenin, yegane beyaz insanıyım. Pardon, bir de Brikama’ya yakın bir yerde bir albino amca yaşıyor; onunla birlikte iki kişiyiz. Hatta adam beni yolda görünce sanki aynı kaderi paylaştığımızı düşündüğü için daima selam veriyor. Dolmuşa bindiğimde ise benle sohbet etmeye çalışan şoförler genelde söze “Daha önce arabama binmediniz ama, sizi görmüştüm” diye başlıyorlar. Haliyle, kolayca seçilebiliyorum…
Gambiya’da yaygın konuşulan dillerden biri olan Mandinka’da Tubab, beyaz adam anlamına geliyor. Söylediklerine göre “kötü adam” anlamına gelen “ibab” kelimesinden türemiş bu sözcük. Sokağa çıkınca adeta fareli köyün kavalcısı gibi, peşimde en az on çocukla birlikte yürüyorum ve hepsi ardımdan “Tubaaabbbb!” diye bağırıyorlar. En sevdikleri şey tubab’la el sıkışmak. Eğer el sıkıştıysak, o zaman sohbet başlıyor. Çocuklar “Hellooo, how are youuu” diye kıkırdaşarak söze başlıyorlar. Ben “fine, and you” diyince cevap veriyorlar: “Fay fay!”
Kimi zaman çocuklar kapıma kadar gelip evden çıkmam için bana sesleniyor. Çıkınca da hepsi film izler gibi bana bakıp gülüşüyorlar. Hepsi de çok naif ve çok güzeller. Birlikte “fay, fay” yaşayıp gidiyoruz.






1 yorum:

  1. Ne güzel yazmissiniz. Gambiya'ya gitmis kadar oldum. Bu güzel yazi için tesekküler. Hadi size "fay fay" günler.. :)

    YanıtlaSil