Çok sıcak. Gerçekten. Siz bu satırlarımı okurken ben çoktan
serin bir yere doğru yola çıkmış olacağım demeyi ne kadar da isterdim… Oysa sıcaktan
kaçınmak imkansız. Ve siz satırlarımı okurken çenemden klavyenin üzerine şıp
şıp ter damlıyor. Sanki beni bir saunanın içine koymuşlar ve ‘bundan sonra
burada yaşayacaksın’ demişler gibi. Sıcağı ve nemi anlatmaya kelimeler
kifayetsiz. Güneşin bir an önce batmasını veya yağmur yağmasını dilemekten
başka yapacak hiçbir şey yok.
Burada geçirdiğim ilk iki hafta, susuzluk ve terden sabahları
aniden uyanıyor, kurumuş gırtlağımdan bir yudum sıvı geçsin diye delirmiş gibi,
şuursuzca yataktan fırlıyordum. Bu fırlamalar esnasında henüz cibinlikle yatmaya
da alışamadığım için, bir müddet tüllerle mücadele etmem gerekiyordu. Yüzümde
sürekli muşmula bir ifade…
“Afrika tabi, bu sıcaklar normal” diyebilirsiniz. Ben de
buraya gelmeden önce farklı bir durum beklemiyordum elbette. Ama metabolizmam Gambiya’nın
iklimine uyum sağlayana kadar epey bir hırpalandım. Özellikle ülkenin
içlerindeki proje bölgelerine seyahat ettiğimde –ki bu bölgeler yaşadığım
Brikama’ya göre çok daha sıcak- itiraf ediyorum, bir yerlere saklanıp çocuklar
gibi hüngür hüngür ağladığım oldu. Yüzüm, saçlarım, vücudum terden sırılsıklam,
akan terden gözlerim yanıyor, başıma sardığım eşarp beni sıcaktan koruyamadığı
için üstüne bir de şapka geçirmişim ama buna rağmen beynim güneşten deliniyor
gibi hissediyorum ve bir türlü geçmeyen korkunç bir baş ağrısı çekiyorum.
Bunları neden uzun uzun anlatıyorum? Olur da Afrika’ya
gelirseniz ORS diye kutsal bir ilacın varlığından haberdar olun da benim
çektiklerimi çekmeyin diye. ORS’nin açılımı, Oral Rehydration Solution.
Dehidrasyonla kaybettiğiniz tuz ve mineralleri vücuda geri kazandırıyor. Burada
öyle yaygın kullanılıyor ki bakkallarda bile bulmak mümkün. Bir litre suyun
içine bu tozu döküp gün boyunca içiyorsunuz. Ondan sonra baş ağrısı falan
kalmıyor. Tabi bu sıcaklarda yürürken en az iki litre suyu sürekli yanımda
taşımak zorunda kalıyorum ama olsun. Aksi takdirde burada bir yerden bir yere
gitmeniz ya da en basit şekilde normal bir insan gibi hareket edip, çalışmanız
mümkün değil. Elektrik ve klimanın olmadığı bilgisini de not düşeyim.
Ekvator çizgisinin biraz üzerinde yer aldığı için Gambiya,
tropikal bir iklime sahip. Kuru ve yağışlı olmak üzere yılda iki mevsim
yaşıyor. Yağmurlu mevsim Temmuz ayı başında başlayıp Ekim ayına kadar devam
ediyor. Benim talihsizliğim mi nedir, bu yıl havalar beklenenden daha sıcakmış
ve yağmurlu mevsim biraz gecikmiş. Bereket geçen hafta yağmurlar başladı da
biraz nefes aldık. Tabi yağmurlu sezonun da şöyle bir sıkıntısı oluyor; nem çok
yüksek. Bulutlar tepemizde toplanırken üstümüzde havanın ağır baskısını
hissediyoruz. İnsanın göğsüne oturan, soluğunu kesen, sıkıntılı bir sıcak
bastırıyor önce. Sonra uzaktan hafif bir meltem esiyor. Esinti bir anda şiddetlenip
fırtınaya dönüyor ve bum! Deli bir yağmur başlıyor. Öyle çiselemek falan yok.
Bir anda. Bizim en şiddetli yağmurumuzu yüzle çarpın. Galonlarca su boşalıyor. Yağmura
dışarıda yakalanırsanız bilin ki hiçbir yağmurluk (en azından Türk Malı
yağmurluklar) kar etmiyor. Büyükçe bir şemsiye ile gezmek en güzeli. Tabi
şemsiye de bir noktaya kadar dayanıyor. Mutlaka kuytu bir yerlere saklanmanız
gerek. Allahtan yağmur normalde gün boyu ısınan ve adeta hamama dönen evlerin
içini serinletiyor da akşamları huzurlu bir uyku çekiyoruz.
Ohoo, iklimi anlatmayı amma da uzatmışım. Halbuki bu yazıda
niyetim Missira ve Brikama’yı anlatmaktı. Gerçi olsun. Çünkü buranın yaşam
koşullarını ve kültürünü anlayabilmek için önce iklimi anlatmak sanırım yerinde
olur. Tahmin edeceğiniz gibi burada hayat çok ama çok yavaş. Adeta slow motion…
İnsanlar sokaklarda salına salına yürüyorlar. Eğer dar bir sokakta iseniz,
adeta kuyruktaymış gibi yavaş yavaş yürümek zorundasınız. Tabi sıcağın altında
bu hiç kolay olmuyor. Eğer insanlar salına salına yürümüyorsa, (genelde
kaldırım olmadığı için) sokağın kenarında, belki bir ağaç altında uzanıp
yatıyorlar. Özellikle sokak satıcıları arasında böyle kenara büzüşüp yatmak pek
moda. Tezgah falan açıkta, biri gelir bir şey aşırır dertleri yok. Uyuyorlar.
Bir bakkala giriyorsun bakkal uyuyor, eczaneye giriyorsun eczacı tezgaha
kafasını koymuş şekerleme yapıyor. Anlayacağınız ‘çalışıyor olmak’ uyumak için
engel değil. Bizim ofise toplantı için birileri geliyor; bir müddet sonra
kenardaki banka yatıp uyuyabiliyor. Tabi bu baygın düşmelerde Ramazan’ın da
etkisi var. Gambiya, yüzde 90 küsur Müslüman bir ülke ve çoluk çocuk hepsi sıkı
bir şekilde oruç tutuyorlar. Böyle bir iklimde bırakın açlığa, susuzluğa nasıl
dayandıklarını anlamakta güçlük çekiyorum.
Gambiya nehrinin kenarına kurulmuş bu ülke kocaman bir
delta, tamamen dümdüz. Tropik yağmur alan bir coğrafya olmasına karşın
Senegal’in kuzeyinden, Sahra Çölü’nden gelen kızıl kumlar tarafından kaplanmış
durumda. Öyle ki bu kum/toprak az sayıdaki asfalt yolu, ağaçların dallarını,
her yeri kaplıyor. Elbette kan ter içinde yürürken yüzünüz gözünüz de kumdan
nasibini alıyor. Her sokağa çıkışta vücudunuzun çıplak kalan noktaları bir
toprak tabakasıyla kaplanıyor. Terlikleysen ayaklar kızıl çamur, alnından
kahverengi terler süzülüyor. Bir bezle yüzünüzü kapatsanız bile, kumların
ağzınıza girmesine ve dişlerinizin arasında sürekli çıtır çıtır etmesine mani
olamıyorsunuz. Haliyle burada solunum yolları sıkıntısı yaşayanların sayısı hayli
fazla.
Gambiya, yılın belli dönemlerinde yüksek oranda yağış aldığı
için, cadde ve yol kenarlarındaki kızıl kumlara rağmen yemyeşil. Etraf palmiye,
muz ve mango ağaçlarıyla, bin bir çeşit çiçeklerle kaplı. Büyüklüğü ile bana
Avatar filminin ulu ağaçlarını anımsatan Afrika’nın sembol ağacı Baobab’lar her
yerde. Bizim ulu çınarlarımızın birkaç katı genişliğindeki bu ağaçlar,
dallarından sanki ipe bağlı bir topaç gibi sallanan meyveleriyle peri
masallarından çıkmış gibi görünüyorlar. Bunların dışında adını buranın
yerlilerinden bir türlü öğrenemediğim, ateş kırmızısı çiçekleri olan kalın
gövdeli muhteşem bir ağaç daha var. Kaç kişiye sorduysam, “Haa, çiçekli ağaç
mı? Biz ona çiçekli ağaç (flower tree) diyoruz zaten” diye bir cevap aldım.
Halbuki farklı renklerde onlarca çiçekli ağaç var burada… Sanki Gambiya’da gökkuşağının
tüm renklerinden birer bitki var gibi. Gözleriniz renk cümbüşünden bayram
ediyor.
Bu renk cümbüşü, Gambiyalıların giyimlerine de yansımış. Öyle
kuzguni siyah ve güzel ciltleri var ki, giydikleri rengarenk kıyafetler
üzerlerinde adeta bir resim gibi duruyor. Erkek, kadın demeden daima en cırtlak
renkleri tercih ediyorlar. Yanlarında kendimi solgun, sarılıklı bir insan gibi
hissediyorum. Bu kılık kıyafet, süslenme faslına bilahare gireceğim. Ama daha
fazla uzatmadan Brikama’dan bahsedeyim.
Fareli köyün
kavalcısı
Gelişmişlik anlamında Gambiya, bana göre yeni çağa daha
yeni adım atmış bir ülke. Ülkenin yüzde 70’i çiftçilik ve hayvancılıkla
uğraşıyor. Turizm dışında kayda değer hiçbir endüstrisi yok. Turizmin de ne
kadar kayda değer olduğu tartışılır… 1.7 milyon nüfuslu ülkenin yüzde 50’den
fazlası, uluslararası yoksulluk sınırının çok altında, günde 1,5 Amerikan
Doları ile geçiniyor. Daha doğrusu, geçinemiyor… İşsizlik yüzünden nüfusun çoğu
Brikama gibi kentlere akın etmiş. Tabi buraya, bizim anladığımız manada kent
denilebilirse… Hiçbir sokakta asfalt yok. Asfalt yollar ancak şehirlerarası bağlantılarda.
Her yer çamur; bazı yerler çamurun da ötesinde bataklık ve gölet. Çöpler bu
suların üzerinde yüzüyor. Eğer gün olur da sokakta herhangi bir çöp kutusuna
rastlarsam, söz fotoğrafını çekip sizlerle paylaşacağım.
Kanalizasyon sistemi
yok. Evlerde, kompaların içindeki küçük ahşap ya da alüminyum kulübeler,
tuvalet olarak kullanılıyor. Tuvalet dediysem, yalnızca bir delikten ibaret. Bir
atık sistemi olmadığı için kanalizasyon genellikle toprağa işliyor ve kompaların
duvarından sokağa doğru sızıyor. Bu yüzden sokakta bahçe duvarlarının diplerine
baktığınız zaman boydan boya nasıl yeşillendiğini görüyorsunuz. Yağmur şiddetli
yağdığı zaman, bileklerinize gelen (ben henüz görmedim ama Eylül ayında dize
kadar olduğu söyleniyor) su birikintilerinin içinde yürürken, haliyle
kanalizasyonun ve çöpün içinde dolaşıyorsunuz.
Kompalarda bahçenin bir köşesinde, çöpleri yakmak için bir
bölüm ayırıyorlar. Çöpler burada biriktiriliyor ve iyice sineklenmeye başladığı
zaman yakılıyor. Haliyle fareler burada oldukça tosunlar ve neredeyse bir evcil
hayvan olarak besleniyorlar.
Elektrik gün içinde belli (daha doğrusu belli olmayan)
saatlerde veriliyor; akşamları genellikle elektriğimiz yok. Ya mum ışığı ya da
pilli fenerlerle yaşıyoruz. Bereket sevgili Toshiba’mın şarjı uzun süre
dayanıyor da kesinti olduğunda bile birkaç saat çalışıp işlerimi yapabiliyorum.
Şarj artık tamamen tükendiğinde ise fener ve mum ışığında kitap okumaya
alıştım.
En çok şaşırdığım şey, burada suyun pek kesilmemesi. Gambiya’nın
su rezervleri oldukça fazlaymış. Gayet de temiz olduğu iddia ediliyor.
Genellikle her mahallenin büyük bir su tankı bulunuyor. Suyu oradan evlere
ulaştırıyorlar.
Yaşadığım mahalle Missira, Brikama’nın merkezine yürüyerek
on beş-yirmi dakikalık mesafede. Ama tabi yollar genelde çamur deryası olduğu
için, yürümek yerine dolmuşları kullanıyoruz. Yanlarında ya da üstünde yeşil
bir şerit bulunan sarı sedan otomobillerden oluşan araçlar, göletlere bata çıka
artık otomobillikten çıkmış durumdalar. Kontak anahtarının olması gereken yerden
kablolar çıkıyor, arabalar genelde hurda durumda. Kapı kolları yok, kopuk
silecekler bezler ya da ipler vasıtasıyla cama tutturulmuş… Araçlar kaportadan
ibaret, bildiğiniz canlı cenaze. En çok güldüğüm şeyse, eğer ön koltuğa
oturuyorsanız şoförün mutlaka emniyet kemerinizi bağlatması. Tabi kemer de
kemerlikten çıkmış, kalın bir ip gibi boğazınıza dolanıyor.
Dolmuşlar, Brikama’da pazar yerinin yanındaki büyük garaja 8
Dalasi’ye gidiyorlar. Ah, bu arada Gambiya’nın para birimi Dalasi’den de kısaca
bahsedeyim. 100 dalasi yaklaşık 8 lira. Ekmek 6 dalasi, 1 litrelik pet şişede
su, 25 dalasi.
Brikama’nın garajı, sanırım yeryüzünde görebileceğiniz en karmaşık,
en pis, en kalabalık yer. Belki 1950’lerin sonundaki Topkapı Garajı ile
mukayese edilebilir. Gambiya’da taşımacılık konusunu, başka bir yazıda ayrıca
anlatmam lazım.
Missira’nın sokakları, sürekli koşturan, oynayan ve şen
kahkahalarıyla ortalığı ayağa kaldıran neşeli çocuklarla dolu. Ev ve bahçe
kapıları daima açık, bütün aileler çoluk çocuk ortada. Küçük bir yer olduğu
için herkes birbirini tanıyor, ayaküstü sohbet ediyor. Bu açıdan son derece
emniyetli ve onca kire, toza, çöpe rağmen insana huzur veren bir yer.
Tabi ben bu mahallenin, yegane beyaz insanıyım. Pardon, bir
de Brikama’ya yakın bir yerde bir albino amca yaşıyor; onunla birlikte iki
kişiyiz. Hatta adam beni yolda görünce sanki aynı kaderi paylaştığımızı
düşündüğü için daima selam veriyor. Dolmuşa bindiğimde ise benle sohbet etmeye
çalışan şoförler genelde söze “Daha önce arabama binmediniz ama, sizi görmüştüm”
diye başlıyorlar. Haliyle, kolayca seçilebiliyorum…
Gambiya’da yaygın konuşulan dillerden biri olan Mandinka’da
Tubab, beyaz adam anlamına geliyor. Söylediklerine göre “kötü adam” anlamına
gelen “ibab” kelimesinden türemiş bu sözcük. Sokağa çıkınca adeta fareli köyün
kavalcısı gibi, peşimde en az on çocukla birlikte yürüyorum ve hepsi ardımdan “Tubaaabbbb!”
diye bağırıyorlar. En sevdikleri şey tubab’la el sıkışmak. Eğer el sıkıştıysak,
o zaman sohbet başlıyor. Çocuklar “Hellooo, how are youuu” diye kıkırdaşarak
söze başlıyorlar. Ben “fine, and you” diyince cevap veriyorlar: “Fay fay!”
Kimi zaman çocuklar kapıma kadar gelip evden çıkmam için
bana sesleniyor. Çıkınca da hepsi film izler gibi bana bakıp gülüşüyorlar.
Hepsi de çok naif ve çok güzeller. Birlikte “fay, fay” yaşayıp gidiyoruz.
Ne güzel yazmissiniz. Gambiya'ya gitmis kadar oldum. Bu güzel yazi için tesekküler. Hadi size "fay fay" günler.. :)
YanıtlaSil