Gambiya’da macera
yaşamaktan bahsedersem, sakın aklınıza belgesellerde gördüğünüz egzotik
hayvanlar, kabile ritüelleri falan gelmesin. Buranın heyecanı toplu taşıma
araçlarında. Yoksul her ülkede şahit olacağınız gibi buradaki araçların da
bakımsızlıktan ahı gitmiş vahı kalmış. Gele gele adını verdikleri şehirlerarası
minibüslerden dolmuşlara, araçların hemen hepsi birer canlı cenaze. Aynalar
kırık, vitesin kafası kopmuş, sopası kalmış, kapı tutacakları yok, camlar elle
tutulup çekiliyor, koltukların içinden teller fışkırıyor. Üstelik bu teneke
yığınlarının içinde, örneğin üç kişilik koltukta beş yetişkin, üç çocuk, iki
bebek, dört tavukla birlikte balık istifi seyahat ediyorsunuz. Ettim; kendimden
biliyorum.
Bereket, bu araçlar, yol
kenarına devrilmek gibi ufak tefek kazalar yapsalar da, genelde fazla hızlı
gidemediklerinden ölümcül kazalar pek yaşanmıyor. Tabi bu araçların teknik
yetersizliği… Bir de yol boyunca önünüze çıkan koyun, keçi, babun sürüleri nedeniyle
arabalarını aşırı yavaş kullananlar var. Söylendiğine göre asıl korktukları,
Başkan Jammeh’nin etrafta sürüler halinde dolanan hayvanlarına çarpmakmış. Geçenlerde
bir taksi şoförü anlatıyordu. Bir arkadaşı önüne hızla fırlayan bir koyuna
çarptıktan sonra polis tarafından tutuklanmış. Aracı büyük hasar görmüş
olmasına rağmen bir de büyük para cezası yemiş. Sebep; başkanın hayvanını
öldürmek… “Artık parayı yıllarca öder” dedi şoför.
Tahmin edileceği gibi bu
araçlarla bir yerden bir yere gitmek, özellikle de 30-35 derecelik hava
sıcaklığında, insanın enerjisini tüketen bir şey. Bir de her ön koltuğa
oturuşta emniyet kemerini bağlatmıyorlar mı, çok gülüyorum. Sanki her şey yerli
yerindeymiş gibi… Ben çaresiz, Gambiya taşımacılığının bu durumunu bir şaka
olarak kabulleniyor; her yolculuğumda farklı bir macera yaşayarak eğleniyorum.
Mesela son bir haftada
yaşananlar:
-
Bir süre önce
‘gele gele’ fiyatlarına yapılan 1 Dalasilik zamdan haberdar olmayan kadın
yolcu, muavini yarım saat boyunca haşladı. “Vermem ben o kadar, 1 Dalasimi geri
ver!” diye nasıl bağırmak, nasıl haykırmak. Minibüsün içinde hepimiz sağır olduk.
Yolcular muavine “Allah aşkına ver şu kadına parasını” diye yalvarmaya başladılar.
Bazıları “Madem muavin vermiyor, biz verelim parayı” diyerek öneri getirdi.
Elleriyle kulaklarını tıkayıp kadını duymamaya çalışan muavin sonunda yenik
düşerek para iadesi yaptı da kulaklarımız kurtuldu.
|
İttirmeden giden gele gele yok |
-
Bir başka
araçta, başka bir kadın yolcu, önüne atlayan küçük bir çocuğu ezmemek için
aniden fren yapan şoförü tartakladı. Hatta bir temiz dövdü dersem yalan olmaz.
Hayret ki adam istifini bozmadı; dayağı yerken aracı kullanmaya devam etti. Bir
ara yalnızca kadına dönüp “idiyot” dediğini duydum.
-
Burada
neredeyse her birkaç kilometrede bir yer alan polis/askeri kontrol
noktalarından birinden geçerken aniden durdurulduk. Asker kapıdan kafasını
uzatıp hışımla sordu: “O çöpü pencereden kim attı?” Tüm gele gele sessizlik
içinde; kimse bir şey söylemiyor. Baktı ki “ben yaptım” diyen yok, “herkes
insin araçtan” dedi. Aracı kenara çektiler, hepimizi indirdiler. “Kim yaptı
ortaya çıkmazsa, tüm minibüs burada bekleyecek.” Issızlığın ortasında, sıcağın
altında dikiliyoruz. Tüm yolcular birbirine bağırıyor. Herkes birbirinden
şüpheleniyor. Bir yandan şoför, askere yalvarıyor, ‘bir kişi yüzünden hepimizi
böyle tutmayın’ diye. İşin komiği, zaten her taraf çöp içinde. Sanki
İsviçre’deyiz de çevreye büyük titizlik gösteriyorlar… Ön koltukta oturan illa
da kemerini bağlayacak gibi bir komiklik bu da. Suratımda yılışık bir gülümseme
ve şaşkın turist ifadesiyle, bizi telekinezi marifetiyle öldürecek gibi bakan
askere doğru yanaştım. “Öhm, officer, sir, what’s going on?” falan dedim. Beni
şöyle baştan ayağa süzdü ama ciddiyetini bozmadı. Doğrusu yemedi yalandan
pozlarımı. Cevap da vermedi. Yarım saati aşkın bir süre bekledik. Sonunda
sıkıldılar herhalde, bizleri azat ettiler.
-
Müthiş bir
yağmur ve fırtınada proje bölgelerimizden biri olan Soma’dan Brikama’ya geri
dönüyoruz. Yağmurda bulabildiğimiz tek gele gele tıklım tıklım dolu ve üstelik
aracın hem tavanı hem de tabanı delikler içinde. Aracın en arkasında, sıralara
diklemesine uzanan koltuklardan, su birikintisi en az olanına oturdum. Araç
asfaltsız yolda hoplaya zıplaya ilerlerken tek elimle sıkıca önümdeki koltuğun
demirini tutuyor, diğeriyle de yüzüme damlayan suları siliyorum. Sonra gözüm
iki sıra önümde oturan Süleyman’ın sırtına takılıyor. Ensesinden başlayarak tüm
gömleği çamur içinde. Fark ediyorum ki zeminde, arka tekerleğin üstü delik ve
lastik tüm çamuru Süleyman’a doğru fırlatıyor. Garibimin kaçacak yeri yok. Ben
tebessümle sırtına bakarken aniden derin bir çukura girip zıplıyoruz.
Hoplayınca, üstünde oturduğum göletin dalgalar halinde yanımdaki yolcuları
ıslattığını görüyorum. Sonra bir çukura daha giriyoruz. Öyle bir zıplamak ki
sırtımdaki ağrıyla yüzümü buruşturuyorum ve tam o anda karşımada oturan
adamcağızla göz göze geliyoruz. Onun yüzünde de aynı acı ifade var. Kendimi
tutamayıp kahkahalar atmaya başlıyorum. Önce göz göze geldiğim adam gülmeye
başlıyor, sonra Lamin, sonra otobüsün arka tarafı. Birbirimize baktıkça daha
çok gülüyoruz. Tam sakinlemek üzereyken otobüsün üstünde seyahat eden zavallı
koyundan acı bir “meeee” sesi gelince tüm otobüste makaralar kopuyor. Kafamıza
damlayan suları, gülmekten akan sümüklerimizi sile sile yol alıyoruz.
Şimdi diyecekseniz ki
tamam buraya kadar maceralarını anlattın da, aşk meşk neresinde bu işin… İşte
ben de tam oraya geliyorum. Toplu taşıma araçları öyle bir tıklım tıkış ki,
yolcular olarak aşırı bir samimiyet içindeyiz. Haliyle ve çoğu zaman da
mecburen, adamın biri kolunu omuzunuza atıyor, bacaklar, ayaklar üst üste… Tabi
bu durum yolcular arasında (kanımca son derece gereksiz) flörtöz bir durum
yaratıyor. Ha bir de muavinlerin yolcu toplamaya çalışırken, özellikle
kadınlara öpücük atmaları, mucuk mucuk diye seslenmeleri var. O başka bir konu…
Ben bu aşırı samimiyetten
pek hoşlanmasam da, anladığım kadarıyla bu ortam, Gambiyalı kadın ve erkeklerin
flört edebilmeleri için iyi bir fırsat sağlıyor. Mesela bizim proje
sorumlularımızdan biri, kocasına nasıl aşık olduğunu, gele gele’de nasıl
romantik bir şekilde tanıştıklarını anlatıp durur. Ayrıntıları bilemiyorum tabi, herkesin
romantizm anlayışı farklı… Ve fakat benim taksi ve otobüslerde deneyimlediğim
flört ortamı bir başka…
Şimdi burada beyaz
olunca, özellikle taksilerde, sağında solunda kadın erkek kim varsa adını,
nereden geldiğini soruyor. Yanıt vermemek olmuyor. Yanındaki adam seninle
safiyane sohbet mi edecek, asılacak mı, önceden kestirmek güç. Asılıyorsa,
konuşma şöyle ilerliyor:
Nerelisiniz?
Türk
Adın nedir?
Fatima
Fatimaaaa, çok güzel isim
Teşekkürler
Fatima ha? Çook güzel isim
Teşekkürler
Fatimaaa, çok severim ben bu ismi. Çünkü çok güzel isim.
Evet herhalde çok seviliyor bu isim Gambiya’da, kadınların yarısı Fatima
Fatima çok güzel
Bu noktada adamın
gözlerinde hafif bir kısılma başlıyor; ben şansıma cam kenarındaysam hemen ufka
doğru dönüyorum. Devamını dinlemezden gelmek için iPod ve kulaklıklar da çok
işe yarıyor. Çünkü gözler kısılınca anlıyoruz ki adamı susturmak mümkün değil.
Fatimaaaa
(Ben artık cevap vermiyorum)
Fatim
Fatimmmm
Fatuuuu
Evlen benimle.
Fatuuuu!
Bu anlattığım flörtü
sevenler. Bir de “aman hazır beyaz kadın gördüm, belki beni beğenir, bu ülkeden
kurtarır” grubu var. Ancak bu grup da flört konusunda çok yaratıcı değil.
Konuşma genelde şöyle ilerliyor:
Adınız ne?
Fatima
Hangi ülkeden?
Türkiye
Türkiye çok güzel ülke. Ben çok seviyorum Türkiye’yi.
Öyle mi, ne biliyorsunuz Türkiye hakkında?
Güzel ülke
Türkiye nerede biliyor musun?
Eee, yok. Ama beni de senle götür Fatim. Evlen benimle!
Kısacası, hiç
tanımadığınız bir adam beş saniye içinde size evlenme teklif ederse, fazla heyecanlanmayın.
Sadece Gambiya’dasınız.