15 Ağustos 2013 Perşembe

Afrika’da bayram halleri



Gambiya Müslüman bir ülke. Tarih boyunca Portekizliler ve uzun süre İngilizlerin işgali altında yaşamış olmalarına rağmen zaman içinde Somali ve Sudan gibi kıtanın doğu tarafındaki ülkelerden göçler çoğaldıkça, buradaki Müslümanların da sayısı artmış. Hemen herkes koyu dindar; beş vakit namazlarını kılarlar, korkunç sıcağa ve neme karşın oruç tutmayı asla aksatmazlar ve kutsal günlerin dışında bile her toplantıya dua ederek başlarlar.  Buraya ilk geldiğimde Ramazan ayı olduğu için bu durumun sadece mübarek aylarda geçerli olduğunu zannediyordum. Meğer öyle değilmiş… Velhasıl, ne zaman bir yere toplantıya gitsek veya ofise misafir gelse, toplantılarımız daima duayla açılıyor.
Gambiyalılar her ne kadar koyu dindar da olsalar, kimse kimsenin örtüsüyle, giyimiyle veya yaşam tarzıyla ilgilenmiyor. Buranın iklimi ve yaşam şartlarından olsa gerek, hem erkek hem de kadınlar, şehirde de olsalar genellikle geleneksel kıyafetlerini giymeyi tercih ediyorlar. Kimi kadınlar başlarını örtse de, bu örtünme bizim anladığımız manada bir örtünme değil. Genellikle yakacak odundan çamaşıra ne varsa başlarının üstünde taşıdıkları için, başörtüleri neredeyse yastık vazifesi gören bir şekilde, yuvarlak bir dolama halinde başlarını süslüyor. Bu türbanları farklı stillerde bağlamaya bayılıyorlar. Öyle ki, burada kuaförler saç örmenin yanı sıra bir de türbanlara şekil vermekle ünlüler. Askılı ya da kısa kollu bir bluzun altına bileklerine kadar ince uzun bir eteklik (giydim-yırtmaç olmadığı için yürümesi çok zor) giyiyorlar. Gambiya’da “açıklık” kavramı yalnızca bacakların örtülü olup olmamasıyla ilgili. Diz ve baldırların görünmesini ayıp sayıyorlar. Oysa çoğu zaman saçlar, kollar ve boyun sürekli açıkta. Boynu ve kolları bir yana bırakın, göğüsler de sürekli ortada… Burada kadınlar, iki yaşına kadar çocuklarını bir bez vasıtasıyla sırtlarına bağlayıp taşıdıklarından, bahçede, sokakta, otobüste, her an her yerde göğüslerini ortaya çıkarıp bebeklerini emzirmeye başlıyorlar. Bir Allahın kulu da dönüp bakmıyor. Öyle normal bir durum yani…  
Erkekler giyim konusunda kadınlara oranla tabi ki daha rahat. Ama onlar da kot pantolon ve tişörtün yanı sıra, en az kadınların kıyafetleri kadar renkli kumaş pantolonlarını ve uzun gömleklerini giymeyi tercih ediyorlar. Sıcak yüzünden mutlaka bir şapka, veya bizim fese benzeyen işlemeli takkelerini takmayı ihmal etmiyorlar.
Ramazan ayında elbette, sokaklarda yemek yememeye, bir şey içmemeye, müziğin sesini açmamaya özen gösteriyorlar. Her taksinin içinden Kuran sesleri geliyor. Ama doğrusu Ramazan boyunca burada hayat tamamen duruyor.
Garaja gidip Tankular arabasını mı sordunuz? “Ramazan’dan sonra kardeşim…”
“Nasıl yani, iptal mi oldu?”
“Bu aralar az araç var. Ramazan ya…”
Önceden ayarlamış olduğunuz bir iş görüşmeniz mi vardı? Boşuna arayıp durmayın, Ramazan’dan sonra…
Postaneden kart mı atacaktınız? Kartlar bitti, Ramazan’dan sonra gelir…
Anlayacağınız Ramazan ayında herkes ibadet etmekle kalmıyor, aynı zamanda yan gelip yatıyor.
İftar açmak, bizim gibi önce su ve hurma daha sonra kahvaltıyla oluyor. Ancak kahvaltı dedikleri, bizimkinden biraz farklı. Büyük plastik bir salata tabağının içine domates, salatalık ve soğan kesiliyor. Üstüne sulandırılmış mayonez ve tuz ekleniyor. Ekmeği bana bana yiyorlar. Kahvaltı sonrasında topluca namaz kılınıyor. Sonrasında, genelde burada her daim pirinç yendiği için, bol baharatlı pilav üstüne sebze, tavuk, kimi zaman da tütsülenmiş balık yeniyor. Kadınlar kahvaltı ve yemeği hazırlarken erkekler de iftarın sonunda içilmesi neredeyse şart olan, Attaya isimli çaylarını hazırlıyorlar. Klasik çayın içine buraya has bazı otlar ve biraz da nane karıştırılıyor. Demlikte iyice pişiyor. Çayı genelde küçük likör bardaklarında içiyorlar ve demlenirken çaydanlıktan bardağa bardaktan çaydanlığa defalarca döküp iyice köpürtüyorlar. Aslında çok köpüklü olmasa çay lezzetli… Ancak bir de küçücük bardağın yarısını şekerle doldurmuyorlar mı, işte orada bitiyorum. Defalarca çayı şekersiz içtiğimi anlatmaya çalıştım ama bu durum onlara öyle garip geliyor ki her seferinde yine, yeniden şekeri boca ediyorlar. Dolayısıyla tadı bana bol şekerli, naneli, köpüklü sıcak su gibi geliyor… Doğrusu, ayıp olmasın diye içmeye çalışıyorum…
Bayram modası

Kasapların ve terzilerin bayramı
Ramazan’ın sonlarına doğru, “Ramazan’dan sonra” faslı, “bayramdan sonra”ya dönüyor. Gerçek anlamda çalışmaya başlayabilmek için “artık şu bayram da gelip geçse” demeye başlıyorsunuz. Bizim Şeker Bayramı’ndan farklı olarak burada bayramdan üç gün önce, maddi durumu müsait olan aileler inek kurban ediyorlar. Ailenin ekonomik durumu inek kesmeye elverişli değilse kasaba gidip, az da olsa bir miktar et alıp, yemeklerine katmaya çalışıyorlar. Bu yüzden bayramdan üç gün önce yüzlerce insan kasapların önüne yığılıyor. Dükkanların önünde adeta izdiham yaşanıyor.
Ama bayram öncesinde voleyi vuran esnaf aslında terziler. Bayramlık diktirmek öylesine önemli ki, siparişler Ramazan ayı başında veriliyor ve gerçek manada boğazlarından kesip tüm paralarını giysiye yatırıyorlar. Evde çocuklar açmış falan hikaye… Kimsenin taktığı yok. Kadın, erkek, çocuk, hepsine bayramlık dikiliyor. Bu yüzden, Ramazan ayı boyunca herkes yatarken terziler arı gibi çalışıyor. Bu durumu bilen devlet, normalde akşam vakti evlere birkaç saat elektrik verirken, Ramazan boyunca akşamları sürekli elektrik sağlamaya özen gösteriyor. Tabi bu sefer de gündüzleri hiç elektriğimiz olmuyor. Ancak gece vakti otobüsle bir yerden bir yere giderken yol kenarında yalnızca terzi dükkanlarından gelen ışığı ve içeride çıraklarıyla harıl harıl çalışan terzileri net bir şekilde görüyorsunuz.
Bayramın ilk günü yollar boş
Bayramın ilk günü yollar boş

Herkes memleketine
Arife günü herkes köyüne, ailesinin yanına gitmek için garaja yığılıyor. Zaten keşmekeş olan Brikama garajında bayram öncesinde millet otobüsleri yakalayabilmek için birbirini eziyordu. Tahmin edebileceğiniz gibi, önceden rezervasyon yaptırmak, bilet almak gibi bir usul yok. Haliyle erken gelen yer kapıyor; bu da korkunç bir izdihama sebep oluyor.
Bayramın ilk gününü herkes ailesiyle geçirir de ben durur muyum? Ben de Yundum’daki köyüme gidip bayramı akrabalarımla geçirdim. Ne akrabası diye sorarsanız, önce buradaki ilk günlerime dönüp, nasıl Gambiyalı akrabalara sahip olduğumu anlatmam gerekiyor.
Gambiya’da bir çocuk doğduğu zaman, aynı sünnet töreni gibi, çocuk için bir isim töreni düzenleniyor. Tüm akrabaların katıldığı bu düğünde bir aile büyüğünden çocuğa isim vermesi isteniyor. Aile büyüğü ismi düşündükten sonra, ona sormaya başlıyorlar. “Ne koydun ismi? Nedir söyle!” İsim babası, ismi anons etmek için para istiyor. Önce çocuğun ailesi, sonra aile büyükleri isim babasına para veriyorlar. İsim babası toplanan miktara razı geldiği vakit, yanındaki bir başka akrabanın kulağına çocuğun ismini fısıldıyor. Bu sefer ismi duyan akrabaya para veriliyor ki, yüksek sesle çocuğun adını söylesin. Sonunda çocuğun adı yüksek sesle anons ediliyor ve tüm akrabaların huzurunda ismi konmuş oluyor.
Gambiya’ya geldiğim ilk hafta, WACC ofiste birlikte çalıştığım arkadaşlarım, bana bir isim vereceklerini söylediler. Bu uygulama, Sen-De-Gel’in ilk gönüllüleri buraya geldiği zaman başlamış ve hepsine yerel bir isim verilmiş. WACC çalışanları sırayla isim babası oluyorlar. Tabi bu isim töreni, sembolik bir tören. Yani aramızda para toplamıyoruz. Ama bu şekilde hem Gambiyalılar yabancı isimlerimizi zikretmekte zorlanmıyorlar hem de burada bizi koruyup kollayan bir aileye kavuşuyoruz.
Benim isim babam, WACC’ın kurucusu ve genel sekreteri olan Lamin Saidybah oldu. Bir akşam hepimiz, benim evin bahçesinde toplandık. Lamin, aklına bir isim geldiği zaman ayağa kalktı ve diğer bir çalışma arkadaşımız Sol’un (Aslında Süleyman ama burada tüm Süleyman’lara Sol diyorlar) kulağına ismimi fısıldadı. Sol da ayağa kalktı ve ismimin harflerini tek tek bağırarak, anons etti:
F-A-T-İ-M-A!
Böylece gitti Beliz, geldi Fatima. Soyadım da Saidybah (Sediba) oldu. Önümüzdeki yazılarda daha detaylı bir şekilde anlatacağım ama Gambiya’da başta Mandinka’lar olmak üzere, Fula, Wolof gibi pek çok kabile yaşıyor. En yaygın dil olarak Mandinka kullanılsa da her kabilenin ayrı bir dili var. Saidybah, Fula’lara ait bir soyadı. Yani ne zaman insanlara kendimi tanıtsam,  “Aa, demek sen bir Fula’sın, sana çok uygun bir isim” diyorlar. Bunun nedeni, Fula kabilesinin, diğer kabilelere göre tenlerinin daha açık renkli olması. Ben de bunu öğrendikten sonra dikkat ettim; gerçekten de örneğin Wolof’lar kuzguni siyah bir tene sahipken, Fula’ların teni sütlü çikolata rengi gibi. Ben de buradan ayrılana kadar, güneşte yana yana Fula rengine yaklaşabileceğimi düşünüyorum.
Velhasıl, bu şekilde ben de burada akrabalara kavuşmuş oldum ve bayram için Saidybah ailesinin Yundum yöresindeki evlerine davet edildim. Lamin, Brikama garında yaşanan izdiham dolayısıyla ziyarete arife günü değil, bayramın ilk günü gelmemi sıkı sıkı tembih etti. Bayram sabahı Brikama’ya yirmi dakika mesafedeki Yundum’a giden otobüsleri bulmak için gara gittim ama bu defa da ayrı bir şok yaşadım. Koskoca garda üç dört tane araç var! Meğer otobüs şoförleri arife günü insanları köylerine taşıdıktan sonra arabalarıyla kendi memleketlerine gidiyor, bayram bitene kadar da geri dönmüyorlarmış. Bin bir güçlükle aslında başka bir yere giden ama yolu Yundum’dan geçen bir otobüs buldum. Vardığımda Lamin beni, yanında ortanca oğlu Mustafa ile otoyolun üstünde karşıladı.


Baktım ki Lamin, mor renkli, işlemeli bayramlıklarını giymiş, işlemeli takkesini takmış. Ben hemen eve doğru yol alacağımızı sanıyordum ama önce otoyol üstündeki tanıdık bakkalları, esnafı ziyaret ettik. Ben şimdi tubab kız kardeşim ya, herkese beni göstermesi lazımmış. Velhasıl, daha köyün girişinde belki elli kişiyle selamlaştım ve tokalaştım. Diyeceksiniz ki ne var bunda? Fakat bir bilseniz bir kişiyle selamlaşmak burada ne kadar uzun bir iş… ‘Merhaba, nasılsınız’ falan değil. En kısa selamlaşma şöyle ilerliyor:
E saama (Günaydın)
E saama! (Günaydın)
Etondi? (Adın ne?)
Fatima
Aa, Fatima! Ebota minto le? (Nereden geliyorsun?)
Turkey.
Aa, Turkiii! Sumolule? (Summoli-Ailen nasıl?)
Ebeje (İbige-İyiler)
Koritanante? (Sen nasılsın?)
Tanante (İyiyim)
Yoooo (işte bu!)
Yoooo! (valla işte bu, bu kısma gelince rahatlıyorum.)
Selamlaşmanın daha kısasına henüz şahit olmadım. Hatta soyadını falan da soruyorlar, konu daha da uzayabiliyor. Diyelim iki kişi ile aynı anda tanıştın. İlkine kendini anlatırken öbürü de duyuyor ama saygı gereği aynı izahatları ikinci kişiye de yapman şart. Ailen nasıl, işin nasıl, sen nasılsın, evdekiler nasıl, summoli, ibige, tanante falan uzayıp gidiyor. Bir de Fatima konusu var. Galiba Gambiya’daki kadınların dörtte üçü Fatima. Dolayısıyla tanıştığım kadınların çoğunun adı Fatima çıkıyor ve benim de adımın Fatima olmasının ne kadar ilginç! olduğu konusunda sohbet etmeye başlıyorlar. Bu şekilde birbirimizi kız kardeş ilan ediyoruz.
Fakat en enteresanı, Gambiyalıların kendi aralarında selamlaşmaları. Selamlaşma çok uzun sürdüğü için yolda durup tokalaşmıyorlar, işi pratiğe dökmüşler. Daha konuşmaya devam ederlerken birbirlerini pas geçiyor ama soruları sormaya ve cevap vermeye devam ediyorlar. Bir de çok kısık sesle yapıyorlar bu işleri, ‘hınını hınını’ diye giderek uzaklaşan bir mırıltı duyuyorsunuz. Bu duruma sokakta ilk şahit olduğumda selamlaştıklarını anlamamış, birbirlerinin arkasından konuşmaya, hatta kısık sesle konuştukları için küfürleşmeye devam ettiklerini düşünmüştüm. Heyhat, her yerin adeti başkaymış!
Selamlaşmamız, haliyle köyün içlerinde de devam ediyor ve aslında on dakikalık yolu bir saatte alıyoruz. Eve vardığımızda ben çoktan bir litre suyu tüketmişim.



Geç gelin bayram yapıyor
Saidybah ailesi, buradaki herkes gibi mütevazı bir köy evinde yaşıyor. Evin içi Lamin’in eşi Fatima, beş çocuğu, kız kardeşi, onun çocukları, kuzenleri ile dolu. Evet bu arada Lamin’in karısının yanı sıra kız kardeşinin 7 aylık kızının adı da Fatima… Eve girdiğimde, hanımlar kompanın mutfak kısmında bayram için harıl harıl yemek pişiriyorlar. Öğlen için kuskus üstüne tütsülenmiş balık çorbası, akşam için tavuklu benachin. Benachin, bizim bulgur pilavına benzeyen, baharatlı bir pilav. Burada en çok sevilen ve tercih edilen yemek. Üstüne tercihe göre sebze, tavuk ya da balık parçalayarak hazırlıyorlar.

Akşam kalmam için ısrarcılar. Hatta onca kalabalığa rağmen bir de oda ayırmışlar. Kırılacaklarını hissedince kalmaya razı oluyorum. Onların da yüzü gülüyor. Yemek hazırlanırken, evin genç kızları saçımı örmeyi teklif ediyorlar. Müthiş bir sabır ve incelik gerektiren bu işin nasıl yapıldığını daha önce ev sahibim Nacara’nın kızlarından görmüştüm. “Çok sevinirim ama çok meşakkatli iş, boşverin, uğraşmayın” diyorum ama ısrar ediyorlar. “Senin saçlarını örmekte ne var ki, incecik telleri var. Hem önce ince örgü değil, daha bir kalın yaparız, daha kolay olur” deyince razı oluyorum.

Bir yandan saçım örülürken diğer yandan Attaya çayımızı yudumlayıp bisküvilerimizi yiyoruz. Saçlarımı ördükten sonra, uçlarını renkli lastiklerle tutturuyorlar. Ben saçımı çok beğenince kızlar da kıkır kıkır gülmeye başlıyor. “Bir dahaki sefere incesinden öreriz” diyorlar. Beri yandan Fatima lafa karışıyor, “Bu aralar delikanlılar arasında Mario Balotelli saçı moda. Meşhur bir futbolcuymuş. Her sene ayrı bir model çıkıyor” diyor.
Öğle yemeğinden önce, kadın erkek evin tüm fertleri bayramlıklarını giyiyorlar. Ben yanlarında tam bir bitli turist gibi kalıyorum. İşlerim çok yoğun olduğu için henüz bir terziye gidip buranın yerel giysilerinden diktirmeye vaktim olmadı. Tüm terziler de doluydu zaten. “Kurban bayramından önce yaptırırsın” deyip, kot pantolonumdan kurtulup rahat etmem için belime renkli bir eteklik doluyorlar. Bu sayede biraz olsun yerlilere benziyorum.
Küçük Fatima'nın bayramlığı
Gelinlik

Bu arada bir bakıyorum ki, Lamin’in eşi Fatima, bayramlık değil, gelinliğini giymiş! Üstünde süslü bir elbise, başında enlemesine yerleştirilmiş siyah örtü, upuzun boncuk kolyeler ve elinde boncuklu asası! Bu kıyafetin gelinlik olduğunu, daha önceki köy ziyaretlerimden biliyorum. Gelinler, evlendikten sonra yaklaşık 2 ay boyunca bu giysi ile dolaşıyorlar. Böylece tüm ahaliye, artık evli bir kadın olduğu ilan edilmiş oluyor. Oysa bildiğim kadarıyla Lamin ve Fatima uzun yıllardır evli. Nasıl oluyor bu, yoksa bayrama özel mi diye sorunca, Gambiya’da evlilik müessesesi konusunda dünyam aydınlanıyor.
Gambiya’da Müslüman çiftler, imam nikahı ile evleniyor. Aynı bizim köylerimizde olduğu gibi burada da kız tarafı erkek tarafından başlık parası istiyor. Ancak iş bir tek başlık parası ile kalmıyor, bir yandan da damadın eline uzun bir istek listesi veriliyor. Hayvanlar, ev eşyaları vs…  Ayrıca bunun üzerine kız tarafının tüm akrabalarının yedirilip içirileceği, akrabalara da hediyeler sunulacağı bir düğün yapmak gerekiyor. Elbette çoğu damat bu talepleri karşılayamıyor. İki aile aralarında anlaştılarsa ve damadı beğendilerse, bu talepler karşılanmadan hemen evlenmelerine izin veriyorlar. Ancaaak. Böyle kuru kuru nikah yapmak, evlilikten sayılmıyor. Tam anlamıyla düğün yapılıncaya kadar, kadın kimi günler eşinin evine gitse de kendi ailesinin evinde yaşamaya devam ediyor. Ayrıca kadın, “ben artık seni istemiyorum” diyerek nikahtan çekilmekte özgür. Çift bu süreçte isterse 10 çocuk yapsın, fark etmiyor. Tabi Gambiya yoksul bir ülke olduğu için, evliliklerin yüzde doksanı bu şekilde. Ne zaman ki damat düğün yapar, ki bu Lamin ve Fatima’nın evliliğinde olduğu gibi 10 yıl sürebilir, o zaman gerçekten evlenmiş sayılıyorlar. Düğünden sonra kadın artık tamamen erkeğin evine yerleşmek, kocasına “bey” ve bana göre çok daha acayibi, “abi” diye hitap etmek zorunda. Tüm bunları okuyup “aman zavallı damat” diye düşünmeyin. Erkek kadına düğün yapmış olsa bile nikahı dilediği zaman atıyor ya da gelinin üstüne kuma getiriyor. Üstelik bu kumalar aynı evde de yaşamıyorlar. Genelde erkekler karılarına boşol bile demeden ikinci ya da üçüncü kadınla nikahı basıyorlar. Kadın ancak adam ortadan kaybolunca konuyu idrak ediyor. Çoğu zamanda çocukların geçimini tek başına sağlamak zorunda kalıyor. Ve tabi hiçbir yasal hakkı yok.  

Gelelim bizim çiftimize. İkisi yıllardır mutlu mesut bir yuva kurmuşlar; beş tane de çocuk yapmışlar. Ancak ben Gambiya’ya gelmeden birkaç hafta önce, evliliklerinin onuncu yılında ancak düğün yapabilmişler. Fatima da haliyle, hala gelinliği ile gezme sürecinde. Hem bayramı hem de düğününü kutluyor.
Gün boyunca iki dirhem bir çekirdek giyinmiş bayram çocukları eve uğrayıp büyüklerle tokalaşıyor ve 1 dalasilik harçlıklarını alıyorlar. Ara ara hem bayram kutlamak, hem de evdeki beyaz kadını görmek isteyen komşu ve akrabalar evimize uğrayıp hoş beş ediyor. Akşam yemeğinden sonra gelin ve damat, Yundum halkıyla biraz daha kaynaşmam gerektiğini söyleyerek beni dışarı çıkarıyor. Birlikte kapı kapı dolaşıp komşulara iyi bayramlar diliyoruz. 
Bayram çocukları

Köyün tüm çocukları peşimizde. Zaman zaman, bir kadın yolumuzu kesip başındaki örtüyü çıkarıyor ve önümüze seriyor. “Para vermeden geçemezsin” demekmiş bu. Dalasileri dağıta dağıta bütün köyü turluyoruz. İşte size Gambiya’dan gecikmiş bir bayram hikayesi.



6 Ağustos 2013 Salı

Tropikal iklimde yaşam



Çok sıcak. Gerçekten. Siz bu satırlarımı okurken ben çoktan serin bir yere doğru yola çıkmış olacağım demeyi ne kadar da isterdim… Oysa sıcaktan kaçınmak imkansız. Ve siz satırlarımı okurken çenemden klavyenin üzerine şıp şıp ter damlıyor. Sanki beni bir saunanın içine koymuşlar ve ‘bundan sonra burada yaşayacaksın’ demişler gibi. Sıcağı ve nemi anlatmaya kelimeler kifayetsiz. Güneşin bir an önce batmasını veya yağmur yağmasını dilemekten başka yapacak hiçbir şey yok.
Burada geçirdiğim ilk iki hafta, susuzluk ve terden sabahları aniden uyanıyor, kurumuş gırtlağımdan bir yudum sıvı geçsin diye delirmiş gibi, şuursuzca yataktan fırlıyordum. Bu fırlamalar esnasında henüz cibinlikle yatmaya da alışamadığım için, bir müddet tüllerle mücadele etmem gerekiyordu. Yüzümde sürekli muşmula bir ifade…
“Afrika tabi, bu sıcaklar normal” diyebilirsiniz. Ben de buraya gelmeden önce farklı bir durum beklemiyordum elbette. Ama metabolizmam Gambiya’nın iklimine uyum sağlayana kadar epey bir hırpalandım. Özellikle ülkenin içlerindeki proje bölgelerine seyahat ettiğimde –ki bu bölgeler yaşadığım Brikama’ya göre çok daha sıcak- itiraf ediyorum, bir yerlere saklanıp çocuklar gibi hüngür hüngür ağladığım oldu. Yüzüm, saçlarım, vücudum terden sırılsıklam, akan terden gözlerim yanıyor, başıma sardığım eşarp beni sıcaktan koruyamadığı için üstüne bir de şapka geçirmişim ama buna rağmen beynim güneşten deliniyor gibi hissediyorum ve bir türlü geçmeyen korkunç bir baş ağrısı çekiyorum.
Bunları neden uzun uzun anlatıyorum? Olur da Afrika’ya gelirseniz ORS diye kutsal bir ilacın varlığından haberdar olun da benim çektiklerimi çekmeyin diye. ORS’nin açılımı, Oral Rehydration Solution. Dehidrasyonla kaybettiğiniz tuz ve mineralleri vücuda geri kazandırıyor. Burada öyle yaygın kullanılıyor ki bakkallarda bile bulmak mümkün. Bir litre suyun içine bu tozu döküp gün boyunca içiyorsunuz. Ondan sonra baş ağrısı falan kalmıyor. Tabi bu sıcaklarda yürürken en az iki litre suyu sürekli yanımda taşımak zorunda kalıyorum ama olsun. Aksi takdirde burada bir yerden bir yere gitmeniz ya da en basit şekilde normal bir insan gibi hareket edip, çalışmanız mümkün değil. Elektrik ve klimanın olmadığı bilgisini de not düşeyim.

Ekvator çizgisinin biraz üzerinde yer aldığı için Gambiya, tropikal bir iklime sahip. Kuru ve yağışlı olmak üzere yılda iki mevsim yaşıyor. Yağmurlu mevsim Temmuz ayı başında başlayıp Ekim ayına kadar devam ediyor. Benim talihsizliğim mi nedir, bu yıl havalar beklenenden daha sıcakmış ve yağmurlu mevsim biraz gecikmiş. Bereket geçen hafta yağmurlar başladı da biraz nefes aldık. Tabi yağmurlu sezonun da şöyle bir sıkıntısı oluyor; nem çok yüksek. Bulutlar tepemizde toplanırken üstümüzde havanın ağır baskısını hissediyoruz. İnsanın göğsüne oturan, soluğunu kesen, sıkıntılı bir sıcak bastırıyor önce. Sonra uzaktan hafif bir meltem esiyor. Esinti bir anda şiddetlenip fırtınaya dönüyor ve bum! Deli bir yağmur başlıyor. Öyle çiselemek falan yok. Bir anda. Bizim en şiddetli yağmurumuzu yüzle çarpın. Galonlarca su boşalıyor. Yağmura dışarıda yakalanırsanız bilin ki hiçbir yağmurluk (en azından Türk Malı yağmurluklar) kar etmiyor. Büyükçe bir şemsiye ile gezmek en güzeli. Tabi şemsiye de bir noktaya kadar dayanıyor. Mutlaka kuytu bir yerlere saklanmanız gerek. Allahtan yağmur normalde gün boyu ısınan ve adeta hamama dönen evlerin içini serinletiyor da akşamları huzurlu bir uyku çekiyoruz.

Ohoo, iklimi anlatmayı amma da uzatmışım. Halbuki bu yazıda niyetim Missira ve Brikama’yı anlatmaktı. Gerçi olsun. Çünkü buranın yaşam koşullarını ve kültürünü anlayabilmek için önce iklimi anlatmak sanırım yerinde olur. Tahmin edeceğiniz gibi burada hayat çok ama çok yavaş. Adeta slow motion… İnsanlar sokaklarda salına salına yürüyorlar. Eğer dar bir sokakta iseniz, adeta kuyruktaymış gibi yavaş yavaş yürümek zorundasınız. Tabi sıcağın altında bu hiç kolay olmuyor. Eğer insanlar salına salına yürümüyorsa, (genelde kaldırım olmadığı için) sokağın kenarında, belki bir ağaç altında uzanıp yatıyorlar. Özellikle sokak satıcıları arasında böyle kenara büzüşüp yatmak pek moda. Tezgah falan açıkta, biri gelir bir şey aşırır dertleri yok. Uyuyorlar. Bir bakkala giriyorsun bakkal uyuyor, eczaneye giriyorsun eczacı tezgaha kafasını koymuş şekerleme yapıyor. Anlayacağınız ‘çalışıyor olmak’ uyumak için engel değil. Bizim ofise toplantı için birileri geliyor; bir müddet sonra kenardaki banka yatıp uyuyabiliyor. Tabi bu baygın düşmelerde Ramazan’ın da etkisi var. Gambiya, yüzde 90 küsur Müslüman bir ülke ve çoluk çocuk hepsi sıkı bir şekilde oruç tutuyorlar. Böyle bir iklimde bırakın açlığa, susuzluğa nasıl dayandıklarını anlamakta güçlük çekiyorum.

Gambiya nehrinin kenarına kurulmuş bu ülke kocaman bir delta, tamamen dümdüz. Tropik yağmur alan bir coğrafya olmasına karşın Senegal’in kuzeyinden, Sahra Çölü’nden gelen kızıl kumlar tarafından kaplanmış durumda. Öyle ki bu kum/toprak az sayıdaki asfalt yolu, ağaçların dallarını, her yeri kaplıyor. Elbette kan ter içinde yürürken yüzünüz gözünüz de kumdan nasibini alıyor. Her sokağa çıkışta vücudunuzun çıplak kalan noktaları bir toprak tabakasıyla kaplanıyor. Terlikleysen ayaklar kızıl çamur, alnından kahverengi terler süzülüyor. Bir bezle yüzünüzü kapatsanız bile, kumların ağzınıza girmesine ve dişlerinizin arasında sürekli çıtır çıtır etmesine mani olamıyorsunuz. Haliyle burada solunum yolları sıkıntısı yaşayanların sayısı hayli fazla.
Gambiya, yılın belli dönemlerinde yüksek oranda yağış aldığı için, cadde ve yol kenarlarındaki kızıl kumlara rağmen yemyeşil. Etraf palmiye, muz ve mango ağaçlarıyla, bin bir çeşit çiçeklerle kaplı. Büyüklüğü ile bana Avatar filminin ulu ağaçlarını anımsatan Afrika’nın sembol ağacı Baobab’lar her yerde. Bizim ulu çınarlarımızın birkaç katı genişliğindeki bu ağaçlar, dallarından sanki ipe bağlı bir topaç gibi sallanan meyveleriyle peri masallarından çıkmış gibi görünüyorlar. Bunların dışında adını buranın yerlilerinden bir türlü öğrenemediğim, ateş kırmızısı çiçekleri olan kalın gövdeli muhteşem bir ağaç daha var. Kaç kişiye sorduysam, “Haa, çiçekli ağaç mı? Biz ona çiçekli ağaç (flower tree) diyoruz zaten” diye bir cevap aldım. Halbuki farklı renklerde onlarca çiçekli ağaç var burada… Sanki Gambiya’da gökkuşağının tüm renklerinden birer bitki var gibi. Gözleriniz renk cümbüşünden bayram ediyor.


Bu renk cümbüşü, Gambiyalıların giyimlerine de yansımış. Öyle kuzguni siyah ve güzel ciltleri var ki, giydikleri rengarenk kıyafetler üzerlerinde adeta bir resim gibi duruyor. Erkek, kadın demeden daima en cırtlak renkleri tercih ediyorlar. Yanlarında kendimi solgun, sarılıklı bir insan gibi hissediyorum. Bu kılık kıyafet, süslenme faslına bilahare gireceğim. Ama daha fazla uzatmadan Brikama’dan bahsedeyim.

Fareli köyün kavalcısı
Gelişmişlik anlamında Gambiya, bana göre yeni çağa daha yeni adım atmış bir ülke. Ülkenin yüzde 70’i çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşıyor. Turizm dışında kayda değer hiçbir endüstrisi yok. Turizmin de ne kadar kayda değer olduğu tartışılır… 1.7 milyon nüfuslu ülkenin yüzde 50’den fazlası, uluslararası yoksulluk sınırının çok altında, günde 1,5 Amerikan Doları ile geçiniyor. Daha doğrusu, geçinemiyor… İşsizlik yüzünden nüfusun çoğu Brikama gibi kentlere akın etmiş. Tabi buraya, bizim anladığımız manada kent denilebilirse… Hiçbir sokakta asfalt yok. Asfalt yollar ancak şehirlerarası bağlantılarda. Her yer çamur; bazı yerler çamurun da ötesinde bataklık ve gölet. Çöpler bu suların üzerinde yüzüyor. Eğer gün olur da sokakta herhangi bir çöp kutusuna rastlarsam, söz fotoğrafını çekip sizlerle paylaşacağım. 

Kanalizasyon sistemi yok. Evlerde, kompaların içindeki küçük ahşap ya da alüminyum kulübeler, tuvalet olarak kullanılıyor. Tuvalet dediysem, yalnızca bir delikten ibaret. Bir atık sistemi olmadığı için kanalizasyon genellikle toprağa işliyor ve kompaların duvarından sokağa doğru sızıyor. Bu yüzden sokakta bahçe duvarlarının diplerine baktığınız zaman boydan boya nasıl yeşillendiğini görüyorsunuz. Yağmur şiddetli yağdığı zaman, bileklerinize gelen (ben henüz görmedim ama Eylül ayında dize kadar olduğu söyleniyor) su birikintilerinin içinde yürürken, haliyle kanalizasyonun ve çöpün içinde dolaşıyorsunuz.  
Kompalarda bahçenin bir köşesinde, çöpleri yakmak için bir bölüm ayırıyorlar. Çöpler burada biriktiriliyor ve iyice sineklenmeye başladığı zaman yakılıyor. Haliyle fareler burada oldukça tosunlar ve neredeyse bir evcil hayvan olarak besleniyorlar.

Elektrik gün içinde belli (daha doğrusu belli olmayan) saatlerde veriliyor; akşamları genellikle elektriğimiz yok. Ya mum ışığı ya da pilli fenerlerle yaşıyoruz. Bereket sevgili Toshiba’mın şarjı uzun süre dayanıyor da kesinti olduğunda bile birkaç saat çalışıp işlerimi yapabiliyorum. Şarj artık tamamen tükendiğinde ise fener ve mum ışığında kitap okumaya alıştım.
En çok şaşırdığım şey, burada suyun pek kesilmemesi. Gambiya’nın su rezervleri oldukça fazlaymış. Gayet de temiz olduğu iddia ediliyor. Genellikle her mahallenin büyük bir su tankı bulunuyor. Suyu oradan evlere ulaştırıyorlar.

Yaşadığım mahalle Missira, Brikama’nın merkezine yürüyerek on beş-yirmi dakikalık mesafede. Ama tabi yollar genelde çamur deryası olduğu için, yürümek yerine dolmuşları kullanıyoruz. Yanlarında ya da üstünde yeşil bir şerit bulunan sarı sedan otomobillerden oluşan araçlar, göletlere bata çıka artık otomobillikten çıkmış durumdalar. Kontak anahtarının olması gereken yerden kablolar çıkıyor, arabalar genelde hurda durumda. Kapı kolları yok, kopuk silecekler bezler ya da ipler vasıtasıyla cama tutturulmuş… Araçlar kaportadan ibaret, bildiğiniz canlı cenaze. En çok güldüğüm şeyse, eğer ön koltuğa oturuyorsanız şoförün mutlaka emniyet kemerinizi bağlatması. Tabi kemer de kemerlikten çıkmış, kalın bir ip gibi boğazınıza dolanıyor.  

Dolmuşlar, Brikama’da pazar yerinin yanındaki büyük garaja 8 Dalasi’ye gidiyorlar. Ah, bu arada Gambiya’nın para birimi Dalasi’den de kısaca bahsedeyim. 100 dalasi yaklaşık 8 lira. Ekmek 6 dalasi, 1 litrelik pet şişede su, 25 dalasi.
Brikama’nın garajı, sanırım yeryüzünde görebileceğiniz en karmaşık, en pis, en kalabalık yer. Belki 1950’lerin sonundaki Topkapı Garajı ile mukayese edilebilir. Gambiya’da taşımacılık konusunu, başka bir yazıda ayrıca anlatmam lazım.
Missira’nın sokakları, sürekli koşturan, oynayan ve şen kahkahalarıyla ortalığı ayağa kaldıran neşeli çocuklarla dolu. Ev ve bahçe kapıları daima açık, bütün aileler çoluk çocuk ortada. Küçük bir yer olduğu için herkes birbirini tanıyor, ayaküstü sohbet ediyor. Bu açıdan son derece emniyetli ve onca kire, toza, çöpe rağmen insana huzur veren bir yer.

Tabi ben bu mahallenin, yegane beyaz insanıyım. Pardon, bir de Brikama’ya yakın bir yerde bir albino amca yaşıyor; onunla birlikte iki kişiyiz. Hatta adam beni yolda görünce sanki aynı kaderi paylaştığımızı düşündüğü için daima selam veriyor. Dolmuşa bindiğimde ise benle sohbet etmeye çalışan şoförler genelde söze “Daha önce arabama binmediniz ama, sizi görmüştüm” diye başlıyorlar. Haliyle, kolayca seçilebiliyorum…
Gambiya’da yaygın konuşulan dillerden biri olan Mandinka’da Tubab, beyaz adam anlamına geliyor. Söylediklerine göre “kötü adam” anlamına gelen “ibab” kelimesinden türemiş bu sözcük. Sokağa çıkınca adeta fareli köyün kavalcısı gibi, peşimde en az on çocukla birlikte yürüyorum ve hepsi ardımdan “Tubaaabbbb!” diye bağırıyorlar. En sevdikleri şey tubab’la el sıkışmak. Eğer el sıkıştıysak, o zaman sohbet başlıyor. Çocuklar “Hellooo, how are youuu” diye kıkırdaşarak söze başlıyorlar. Ben “fine, and you” diyince cevap veriyorlar: “Fay fay!”
Kimi zaman çocuklar kapıma kadar gelip evden çıkmam için bana sesleniyor. Çıkınca da hepsi film izler gibi bana bakıp gülüşüyorlar. Hepsi de çok naif ve çok güzeller. Birlikte “fay, fay” yaşayıp gidiyoruz.






1 Ağustos 2013 Perşembe

Missira’ya yerleşmek


İnsanı insanlığından utandıran bir sefalet. Gambiya’yla ilgili ilk izlenimim bu. Nasıl bir ortamla karşılaşacağını tahmin etmek, ama mevcutla yüz yüze geldiğinde gerçekle nasıl baş edeceğini bilememek; öfkelenmek, durumu kabul etmekte zorlanmak… İlk günlerim bu hislerle ve burada insanların ne şartlarda yaşamak zorunda olduklarını sindirmeye çalışmakla geçti. Bereket, benden önceki gönüllü arkadaşım Nezihe’den işleri hızla devralmak zorundaydım da koşturmaktan “vicdan muhasebesine” pek fazla girmeye fırsatım olmadı. İyi ki de böyle oldu zira buraya üzülüp içerlemeye değil, buranın gelişmesi için canla başla çalışan bir avuç insana destek vermek için geldim.
Yine de, anlatmaya nereden başlayacağımı bilemiyorum. Yazarken hala tutuk bir şekilde ilerliyorum. O yüzden, Gambiya’nın acıtan gerçeklerine geçmeden önce, belki biraz tebessüm edersiniz diye, buraya geldiğim ilk günü anlatmakla işe başlamanın doğru olacağına karar verdim. Güncenin devamında buranın kültüründen, insanlarından, köylerde gerçekleştirdiğimiz projelerden ve en çok da güzelliklerinden nasılsa bahsedeceğim.     

İlk gece ve hayvanat bahçesi
Uçağım Gambiya’ya gece yarısı indi. Saat sabahın üçünü gösteriyor olmasına karşın sıcak ve nemli hava, alandan çıkar çıkmaz yüzüme vurdu. Nezihe’nin ayarlamış olduğu araçla, gönüllü evimizin yer aldığı Brikama’ya doğru yola çıktık. Sendegel’in gönüllü paydaşı WACC’ın ofisi Brikama’da, evimiz de ofisin bir sokak ötesinde…
Çift şeritli asfalt yol karanlık, havaalanından sonra pek fazla ışıklandırma yok. Yaklaşık yirmi dakika sonra Brikama’ya vardık ve aracımız şehrin içine doğru, bir tali yola saptı. Sapar sapmaz da kendimizi çamur deryasının içinde bulduk. Sokakların hiçbirinde asfalt yok ve gece karanlığında bile toprağın kızıl rengi göze çarpıyor. Aracımız dört çeker bir cip olmasına karşın balçık çamur ve göletlerin içinde zorlukla ilerledi, adeta bir offroad yarışında gibiydik.  “Yağmur sezonu başladı” dedi Nezihe, “Brikama biraz alçakta kaldığı için sezon boyunca sokaklarda göletler oluşuyor.” Sokaklar tamamen karanlık ama gökyüzünde ay öyle berrak ki, duvarların ardındaki tek katlı evlerin alüminyum çatıları ışıldıyor.  
                                          Mahallenin göletleri

Yollarda bata çıka ilerleyerek nihayet Missira’daki evimize ulaştık. Burada binalar, bir buçuk, iki metrelik duvarlarla örülmüş bahçelerin içinde yer alıyor. Birkaç aile birarada yaşadığı için genelde duvarın içinde iki ya da üç ev bulunuyor. Bu komplekslere ise compound (ya da Gambiyalıların söylediği şekilde ‘kompa’) deniyor. Bizim kompa, ev sahibimiz Bayan Nacara’ya ait büyük bir ev, gönüllü evimiz ve WACC çalışanlarından Süleyman’ın ailesiyle yaşadığı iki odalı daha küçük iki ev ve girişteki küçük kulübe ile dört binadan oluşuyor. Hem ev hem de bir bakkal olan girişteki küçük binada, Gine Bissaulu göçmen bir çift, 1,5 yaşındaki küçük kızları Kadi ile birlikte yaşıyorlar.
Neyse ki kompamız pırıl pırıl, tertemiz. Bahçe tamamen karolarla döşeli ve tam ortasında, büyük mango ağacının altında yuvarlak, betonarme, alüminyum tavanlı bir şadırvan var. Gece eve vardığımızda bahçe kapısını bize Süleyman ve kompanın bekçisi açtılar. Biraz soluklanmak ve hoş beş etmek için bahçede oturduk.
İlk dikkatimi çeken şey, kurbağaların vıraklamalarıydı… Sanki büyük bir kurbağa orkestrası soluk almadan sürekli çalıyordu. Yalnız belli aralıklarla, sanki aralarında tıp ilan etmişler gibi topluca susuyorlar. Çıt çıkmıyor. “Nasıl böyle aniden susuyorlar?” diye sorunca, Süleyman cevap verdi: “Kurbağalar yoldaki su göletlerinin içinde. Eğer göletin yanından biri geçiyorsa o esnada susuyorlar.” Çok güldüm. Kurbağalar kendi aralarında “Susun, susun, şimdi biri yaklaşıyor!” mu diyorlar acaba diye şakalaştık.
Tam kurbağalara gülerken, bu defa mango ağacının tepesinden garip sesler gelmeye başladı. Tabi yazıyla sesleri tarif etmek çok güç. Ama ben kendimce bir benzetme yapmaya çalışacağım. Bir küçük kedi yavrusu miyavlarken bir yandan da pipetle fırk fırk su içiyor gibi. Evet, ben de bunu yazarken çok gülüyorum ama vallahi tillahi böyle bir ses… Meğer yarasalar geceleri mangolara dadanıp suyunu içiyorlarmış. “Vay, yarasa mı” dememe kalmadı, o esnada “baaammmm” diye bir patlama oldu. Yerimizden zıpladık. Bekçi ve Süleyman halimize güldü. “Yarasaların ağaçtan aşağı attığı mangolar” dedi. Tevekkeli buralarda yer gök mango. Sokakta yürürken yerden bir tane alıp hemen yemeye başlayabilirsiniz.
                                         Zaten yer gök mango, satış yapabiliyorlar mı merak ediyorum:)


Gece, uykuya geçmeden önce tanıştığımız son hayvan ise kertenkelelerdi. Kompanın duvarları üstünde, bir aşağı bir yukarı gezinip duruyorlar. Avlumuzun kedileri sayesinde gün içinde kendilerini daha yakından tanıma fırsatını yakaladım. Bir tane yakalayıp “Baaak, ben ne güzel kertenkele tuttum” diye göstermeye geliyorlar. Kertenkeleler epey tombul ve uzun. Sanırım boyları 20 cm kadar var. Büyük olanlarının (ki bunlar erkekmiş), kafaları sarı, vücutları lacivert. Öğrendiğim kadarıyla bu aralar kertenkelelerin çiftleşme zamanıymış. Normalde tüm kertenkeleler kahverengiymiş ama bu dönemde erkekler dişilere kendilerini göstermek için tavuskuşu gibi renkleniyorlarmış. Benim Fenerliler dediğim erkek kertenkeleler, anladığım kadarıyla kompanın duvarlarında kız tavlamak için piyasa yapıyorlar. Allahtan bize bir zararları yok.
Ve tabi son olarak, tropikal iklimlerin olmazsa olmazı sivrisinekler… Her an her yerdeler. Özellikle de geceleri. Kara sinekler ise gündüzleri daha bir aktifler. Velhasıl, sineksiz bir an yok bu memlekette. Gelir gelmez ilk yaptığımız iş, Off’ları vücudumuza sıkmak oldu. Yine de gece uyurken ısırılmaktan kurtulamadık.