9 Ekim 2013 Çarşamba

Fatima can danso




Başlık sizi yanıltmasın; dansla ilgili bir yazı yazmayacağım. Aslında çok isterdim. Dansa aşık bir insan olarak Gambiya’ya geldiğim ilk günden beri yerel dansları izlemek, hatta öğrenmek için yanıp tutuşuyorum. Ama proje bölgelerinde gördüğüm birkaç sünnet düğünü, Tankular köyünde üç yaşındaki Tida isimli kızın beni selamlamak için poposunu sallayarak dans etmesi, Sutukung köyünde ailesine hayvan sağladığımız bir kadının sevincini göstermek için, bir yandan ağzındaki düdüğü çalıp bir yandan kollarımdan tutarak etrafımda dönmesi ve bir de pirinç tarlasında şarkı söyleyen kadınla birlikte sağa sola sallanmamızı saymazsam, henüz doğru düzgün bir dans gösterisi izleyebilmiş değilim.
Geçenlerde Soma’daki gönüllü evimizde proje sorumlularımız Sarjo ve Maymuna ile akşam yemeği sonrası çaylarımızı yudumlarken, “Allah aşkına” dedim, “birilerini dans ederken göreyim. Dans etmeyi, izlemeyi çok özledim!” Evde elektrik olmadığı için, bahçede, yıldızların altında oturup sohbet ediyoruz. Konuş, konuş mevzular tükendi. Bari müzik olsa… Sarjo dedi ki; “Kolayı var. Benim cep telefonundan müzik çalarım sana, Maymuna da dans eder.” Böylece, Gambiya’nın geleneksel enstrümanı kora eşliğinde şarkılar çalmaya, Maymuna da ay ışığında dans etmeye başladı. Haliyle kendimi tutamadım. Aylardır dans etmiyor olmanın verdiği gazla önce Maymuna’yı taklit ederek, sonra da nasıl hareket ettiğime bakmaksızın, şuursuzca dans ettim. Kurtlarımı döktüm, rahatladım. Tabiri caizse, iyice kudurmuş olduğum bir anda Maymuna’nın dans etmeyi bıraktığını, Sarjo’yla birlikte kocaman gözlerle bana baktıklarını fark ettim. “Ne oldu?” diye sorunca Sarjo bağırarak “Fatima can dansoooo!” dedi. Yani dans edebiliyormuşum, çok güzel dans ediyormuşum… Böylece kızlar beni Fatima can danso olarak çağırmaya başladılar. Bazen yalnızca Can Danso (Kendanso) da diyorlar. Fatima’yı tamamlayan, uzunca bir lakabım oldu.
Gambiyalılar, çoğu kez insanları yeteneklerine, özelliklerine göre lakaplarıyla çağırıyor. Mesela Soma’daki diğer bir proje sorumlumuz Dou’yu herkes UncleDou, yani Dou Amca olarak çağırır. Babacan tavırları, otoritesi nedeniyle ona amca diyorlarmış. Olur da yanlışlıkla kendisine Dou dersen çok bozuluyor; biz de saygımızdan mutlaka amca diyoruz.
Gambiya’da bizdeki gibi Müslümanlıktan gelen pek çok isim kullanılsa da, o isimler de çoğunlukla yerel dile uyarlanmış. Mesela Ebubakar yerine Bakari, Suleyman yerine Saul, Mustafa yerine Tafa… Ayrıca, Adem ile Havva gibi, Gambiyalı ilk erkeğin Lamin, ilk kadının ise Fatima olduğuna inanılıyor. O nedenle erkek ve kadın ismi olarak en yaygın kullanılan adlar bunlar.  
Tabi yerel geleneklerden gelen isimleri ben daha enteresan buluyorum. Kızlara verilen Yamundaw ismi mesela… Ya anne, mundaw ise küçük anlamına geliyor; yani Küçük Anne anlamında kullanılıyormuş. Toruna, büyük annesinin ismini vermek gibiymiş bu. Bu ismi çoğunlukla kısaltarak, Ya olarak söylüyorlar ve her çağrılışta büyük anne yadedilmiş oluyor.
Bir de çocukları korumak için verilen isimler var. Kutsal gün olduğu için, erkek çocuklarına verilen Cuma ismi, nedense Fula kabilesinde çok yaygın. Bizdeki Bayram ismi gibi, yine erkek çocuklara Banna adı da konuyor. Veya, Şeker Bayramı anlamına gelen Sunkarsalu’dan türemiş, Sunkar.
Gambiya’da doğum sırasında ölüm yaygın olduğu için, ilk çocuklarını kaybeden anneler çocuklarına genellikle iki isim koyuyorlar. İlk isim ölenin anısına. Daha önceki kardeşleri ölen çocuklar arasında “yalnız” anlamına gelen Motafee ismi de çok yaygın.
Ve tabi, artık Gambiya kültürünün köklerine işlemiş, kölelik zamanından kalan isimler hala o acıklı geçmişi hatırlatıyor. Kızlara koyulan ve “üç köle”  manasına gelen Jongsaba ismi gibi kimi isimler artık, ailenin nesiller önce, üç ferdini köle olarak kaybettiğini hatırlatan semboller…


3 Ekim 2013 Perşembe

Gele gele’de aşk başkadır



Gambiya’da macera yaşamaktan bahsedersem, sakın aklınıza belgesellerde gördüğünüz egzotik hayvanlar, kabile ritüelleri falan gelmesin. Buranın heyecanı toplu taşıma araçlarında. Yoksul her ülkede şahit olacağınız gibi buradaki araçların da bakımsızlıktan ahı gitmiş vahı kalmış. Gele gele adını verdikleri şehirlerarası minibüslerden dolmuşlara, araçların hemen hepsi birer canlı cenaze. Aynalar kırık, vitesin kafası kopmuş, sopası kalmış, kapı tutacakları yok, camlar elle tutulup çekiliyor, koltukların içinden teller fışkırıyor. Üstelik bu teneke yığınlarının içinde, örneğin üç kişilik koltukta beş yetişkin, üç çocuk, iki bebek, dört tavukla birlikte balık istifi seyahat ediyorsunuz. Ettim; kendimden biliyorum.

Bereket, bu araçlar, yol kenarına devrilmek gibi ufak tefek kazalar yapsalar da, genelde fazla hızlı gidemediklerinden ölümcül kazalar pek yaşanmıyor. Tabi bu araçların teknik yetersizliği… Bir de yol boyunca önünüze çıkan koyun, keçi, babun sürüleri nedeniyle arabalarını aşırı yavaş kullananlar var. Söylendiğine göre asıl korktukları, Başkan Jammeh’nin etrafta sürüler halinde dolanan hayvanlarına çarpmakmış. Geçenlerde bir taksi şoförü anlatıyordu. Bir arkadaşı önüne hızla fırlayan bir koyuna çarptıktan sonra polis tarafından tutuklanmış. Aracı büyük hasar görmüş olmasına rağmen bir de büyük para cezası yemiş. Sebep; başkanın hayvanını öldürmek… “Artık parayı yıllarca öder” dedi şoför.
Tahmin edileceği gibi bu araçlarla bir yerden bir yere gitmek, özellikle de 30-35 derecelik hava sıcaklığında, insanın enerjisini tüketen bir şey. Bir de her ön koltuğa oturuşta emniyet kemerini bağlatmıyorlar mı, çok gülüyorum. Sanki her şey yerli yerindeymiş gibi… Ben çaresiz, Gambiya taşımacılığının bu durumunu bir şaka olarak kabulleniyor; her yolculuğumda farklı bir macera yaşayarak eğleniyorum.

Mesela son bir haftada yaşananlar:
-          Bir süre önce ‘gele gele’ fiyatlarına yapılan 1 Dalasilik zamdan haberdar olmayan kadın yolcu, muavini yarım saat boyunca haşladı. “Vermem ben o kadar, 1 Dalasimi geri ver!” diye nasıl bağırmak, nasıl haykırmak. Minibüsün içinde hepimiz sağır olduk. Yolcular muavine “Allah aşkına ver şu kadına parasını” diye yalvarmaya başladılar. Bazıları “Madem muavin vermiyor, biz verelim parayı” diyerek öneri getirdi. Elleriyle kulaklarını tıkayıp kadını duymamaya çalışan muavin sonunda yenik düşerek para iadesi yaptı da kulaklarımız kurtuldu.
İttirmeden giden gele gele yok

-          Bir başka araçta, başka bir kadın yolcu, önüne atlayan küçük bir çocuğu ezmemek için aniden fren yapan şoförü tartakladı. Hatta bir temiz dövdü dersem yalan olmaz. Hayret ki adam istifini bozmadı; dayağı yerken aracı kullanmaya devam etti. Bir ara yalnızca kadına dönüp “idiyot” dediğini duydum.
-          Burada neredeyse her birkaç kilometrede bir yer alan polis/askeri kontrol noktalarından birinden geçerken aniden durdurulduk. Asker kapıdan kafasını uzatıp hışımla sordu: “O çöpü pencereden kim attı?” Tüm gele gele sessizlik içinde; kimse bir şey söylemiyor. Baktı ki “ben yaptım” diyen yok, “herkes insin araçtan” dedi. Aracı kenara çektiler, hepimizi indirdiler. “Kim yaptı ortaya çıkmazsa, tüm minibüs burada bekleyecek.” Issızlığın ortasında, sıcağın altında dikiliyoruz. Tüm yolcular birbirine bağırıyor. Herkes birbirinden şüpheleniyor. Bir yandan şoför, askere yalvarıyor, ‘bir kişi yüzünden hepimizi böyle tutmayın’ diye. İşin komiği, zaten her taraf çöp içinde. Sanki İsviçre’deyiz de çevreye büyük titizlik gösteriyorlar… Ön koltukta oturan illa da kemerini bağlayacak gibi bir komiklik bu da. Suratımda yılışık bir gülümseme ve şaşkın turist ifadesiyle, bizi telekinezi marifetiyle öldürecek gibi bakan askere doğru yanaştım. “Öhm, officer, sir, what’s going on?” falan dedim. Beni şöyle baştan ayağa süzdü ama ciddiyetini bozmadı. Doğrusu yemedi yalandan pozlarımı. Cevap da vermedi. Yarım saati aşkın bir süre bekledik. Sonunda sıkıldılar herhalde, bizleri azat ettiler.

-          Müthiş bir yağmur ve fırtınada proje bölgelerimizden biri olan Soma’dan Brikama’ya geri dönüyoruz. Yağmurda bulabildiğimiz tek gele gele tıklım tıklım dolu ve üstelik aracın hem tavanı hem de tabanı delikler içinde. Aracın en arkasında, sıralara diklemesine uzanan koltuklardan, su birikintisi en az olanına oturdum. Araç asfaltsız yolda hoplaya zıplaya ilerlerken tek elimle sıkıca önümdeki koltuğun demirini tutuyor, diğeriyle de yüzüme damlayan suları siliyorum. Sonra gözüm iki sıra önümde oturan Süleyman’ın sırtına takılıyor. Ensesinden başlayarak tüm gömleği çamur içinde. Fark ediyorum ki zeminde, arka tekerleğin üstü delik ve lastik tüm çamuru Süleyman’a doğru fırlatıyor. Garibimin kaçacak yeri yok. Ben tebessümle sırtına bakarken aniden derin bir çukura girip zıplıyoruz. Hoplayınca, üstünde oturduğum göletin dalgalar halinde yanımdaki yolcuları ıslattığını görüyorum. Sonra bir çukura daha giriyoruz. Öyle bir zıplamak ki sırtımdaki ağrıyla yüzümü buruşturuyorum ve tam o anda karşımada oturan adamcağızla göz göze geliyoruz. Onun yüzünde de aynı acı ifade var. Kendimi tutamayıp kahkahalar atmaya başlıyorum. Önce göz göze geldiğim adam gülmeye başlıyor, sonra Lamin, sonra otobüsün arka tarafı. Birbirimize baktıkça daha çok gülüyoruz. Tam sakinlemek üzereyken otobüsün üstünde seyahat eden zavallı koyundan acı bir “meeee” sesi gelince tüm otobüste makaralar kopuyor. Kafamıza damlayan suları, gülmekten akan sümüklerimizi sile sile yol alıyoruz.

Şimdi diyecekseniz ki tamam buraya kadar maceralarını anlattın da, aşk meşk neresinde bu işin… İşte ben de tam oraya geliyorum. Toplu taşıma araçları öyle bir tıklım tıkış ki, yolcular olarak aşırı bir samimiyet içindeyiz. Haliyle ve çoğu zaman da mecburen, adamın biri kolunu omuzunuza atıyor, bacaklar, ayaklar üst üste… Tabi bu durum yolcular arasında (kanımca son derece gereksiz) flörtöz bir durum yaratıyor. Ha bir de muavinlerin yolcu toplamaya çalışırken, özellikle kadınlara öpücük atmaları, mucuk mucuk diye seslenmeleri var. O başka bir konu…
Ben bu aşırı samimiyetten pek hoşlanmasam da, anladığım kadarıyla bu ortam, Gambiyalı kadın ve erkeklerin flört edebilmeleri için iyi bir fırsat sağlıyor. Mesela bizim proje sorumlularımızdan biri, kocasına nasıl aşık olduğunu, gele gele’de nasıl romantik bir şekilde tanıştıklarını anlatıp durur.  Ayrıntıları bilemiyorum tabi, herkesin romantizm anlayışı farklı… Ve fakat benim taksi ve otobüslerde deneyimlediğim flört ortamı bir başka…
Şimdi burada beyaz olunca, özellikle taksilerde, sağında solunda kadın erkek kim varsa adını, nereden geldiğini soruyor. Yanıt vermemek olmuyor. Yanındaki adam seninle safiyane sohbet mi edecek, asılacak mı, önceden kestirmek güç. Asılıyorsa, konuşma şöyle ilerliyor:
Nerelisiniz?
Türk
Adın nedir?
Fatima
Fatimaaaa, çok güzel isim
Teşekkürler
Fatima ha? Çook güzel isim
Teşekkürler
Fatimaaa, çok severim ben bu ismi. Çünkü çok güzel isim.
Evet herhalde çok seviliyor bu isim Gambiya’da, kadınların yarısı Fatima
Fatima çok güzel
Bu noktada adamın gözlerinde hafif bir kısılma başlıyor; ben şansıma cam kenarındaysam hemen ufka doğru dönüyorum. Devamını dinlemezden gelmek için iPod ve kulaklıklar da çok işe yarıyor. Çünkü gözler kısılınca anlıyoruz ki adamı susturmak mümkün değil.
Fatimaaaa
(Ben artık cevap vermiyorum)
Fatim
Fatimmmm
Fatuuuu
Evlen benimle.
Fatuuuu!
Bu anlattığım flörtü sevenler. Bir de “aman hazır beyaz kadın gördüm, belki beni beğenir, bu ülkeden kurtarır” grubu var. Ancak bu grup da flört konusunda çok yaratıcı değil. Konuşma genelde şöyle ilerliyor:
Adınız ne?
Fatima
Hangi ülkeden?
Türkiye
Türkiye çok güzel ülke. Ben çok seviyorum Türkiye’yi.
Öyle mi, ne biliyorsunuz Türkiye hakkında?
Güzel ülke
Türkiye nerede biliyor musun?
Eee, yok. Ama beni de senle götür Fatim. Evlen benimle!
Kısacası, hiç tanımadığınız bir adam beş saniye içinde size evlenme teklif ederse, fazla heyecanlanmayın. Sadece Gambiya’dasınız.