15 Ağustos 2013 Perşembe

Afrika’da bayram halleri



Gambiya Müslüman bir ülke. Tarih boyunca Portekizliler ve uzun süre İngilizlerin işgali altında yaşamış olmalarına rağmen zaman içinde Somali ve Sudan gibi kıtanın doğu tarafındaki ülkelerden göçler çoğaldıkça, buradaki Müslümanların da sayısı artmış. Hemen herkes koyu dindar; beş vakit namazlarını kılarlar, korkunç sıcağa ve neme karşın oruç tutmayı asla aksatmazlar ve kutsal günlerin dışında bile her toplantıya dua ederek başlarlar.  Buraya ilk geldiğimde Ramazan ayı olduğu için bu durumun sadece mübarek aylarda geçerli olduğunu zannediyordum. Meğer öyle değilmiş… Velhasıl, ne zaman bir yere toplantıya gitsek veya ofise misafir gelse, toplantılarımız daima duayla açılıyor.
Gambiyalılar her ne kadar koyu dindar da olsalar, kimse kimsenin örtüsüyle, giyimiyle veya yaşam tarzıyla ilgilenmiyor. Buranın iklimi ve yaşam şartlarından olsa gerek, hem erkek hem de kadınlar, şehirde de olsalar genellikle geleneksel kıyafetlerini giymeyi tercih ediyorlar. Kimi kadınlar başlarını örtse de, bu örtünme bizim anladığımız manada bir örtünme değil. Genellikle yakacak odundan çamaşıra ne varsa başlarının üstünde taşıdıkları için, başörtüleri neredeyse yastık vazifesi gören bir şekilde, yuvarlak bir dolama halinde başlarını süslüyor. Bu türbanları farklı stillerde bağlamaya bayılıyorlar. Öyle ki, burada kuaförler saç örmenin yanı sıra bir de türbanlara şekil vermekle ünlüler. Askılı ya da kısa kollu bir bluzun altına bileklerine kadar ince uzun bir eteklik (giydim-yırtmaç olmadığı için yürümesi çok zor) giyiyorlar. Gambiya’da “açıklık” kavramı yalnızca bacakların örtülü olup olmamasıyla ilgili. Diz ve baldırların görünmesini ayıp sayıyorlar. Oysa çoğu zaman saçlar, kollar ve boyun sürekli açıkta. Boynu ve kolları bir yana bırakın, göğüsler de sürekli ortada… Burada kadınlar, iki yaşına kadar çocuklarını bir bez vasıtasıyla sırtlarına bağlayıp taşıdıklarından, bahçede, sokakta, otobüste, her an her yerde göğüslerini ortaya çıkarıp bebeklerini emzirmeye başlıyorlar. Bir Allahın kulu da dönüp bakmıyor. Öyle normal bir durum yani…  
Erkekler giyim konusunda kadınlara oranla tabi ki daha rahat. Ama onlar da kot pantolon ve tişörtün yanı sıra, en az kadınların kıyafetleri kadar renkli kumaş pantolonlarını ve uzun gömleklerini giymeyi tercih ediyorlar. Sıcak yüzünden mutlaka bir şapka, veya bizim fese benzeyen işlemeli takkelerini takmayı ihmal etmiyorlar.
Ramazan ayında elbette, sokaklarda yemek yememeye, bir şey içmemeye, müziğin sesini açmamaya özen gösteriyorlar. Her taksinin içinden Kuran sesleri geliyor. Ama doğrusu Ramazan boyunca burada hayat tamamen duruyor.
Garaja gidip Tankular arabasını mı sordunuz? “Ramazan’dan sonra kardeşim…”
“Nasıl yani, iptal mi oldu?”
“Bu aralar az araç var. Ramazan ya…”
Önceden ayarlamış olduğunuz bir iş görüşmeniz mi vardı? Boşuna arayıp durmayın, Ramazan’dan sonra…
Postaneden kart mı atacaktınız? Kartlar bitti, Ramazan’dan sonra gelir…
Anlayacağınız Ramazan ayında herkes ibadet etmekle kalmıyor, aynı zamanda yan gelip yatıyor.
İftar açmak, bizim gibi önce su ve hurma daha sonra kahvaltıyla oluyor. Ancak kahvaltı dedikleri, bizimkinden biraz farklı. Büyük plastik bir salata tabağının içine domates, salatalık ve soğan kesiliyor. Üstüne sulandırılmış mayonez ve tuz ekleniyor. Ekmeği bana bana yiyorlar. Kahvaltı sonrasında topluca namaz kılınıyor. Sonrasında, genelde burada her daim pirinç yendiği için, bol baharatlı pilav üstüne sebze, tavuk, kimi zaman da tütsülenmiş balık yeniyor. Kadınlar kahvaltı ve yemeği hazırlarken erkekler de iftarın sonunda içilmesi neredeyse şart olan, Attaya isimli çaylarını hazırlıyorlar. Klasik çayın içine buraya has bazı otlar ve biraz da nane karıştırılıyor. Demlikte iyice pişiyor. Çayı genelde küçük likör bardaklarında içiyorlar ve demlenirken çaydanlıktan bardağa bardaktan çaydanlığa defalarca döküp iyice köpürtüyorlar. Aslında çok köpüklü olmasa çay lezzetli… Ancak bir de küçücük bardağın yarısını şekerle doldurmuyorlar mı, işte orada bitiyorum. Defalarca çayı şekersiz içtiğimi anlatmaya çalıştım ama bu durum onlara öyle garip geliyor ki her seferinde yine, yeniden şekeri boca ediyorlar. Dolayısıyla tadı bana bol şekerli, naneli, köpüklü sıcak su gibi geliyor… Doğrusu, ayıp olmasın diye içmeye çalışıyorum…
Bayram modası

Kasapların ve terzilerin bayramı
Ramazan’ın sonlarına doğru, “Ramazan’dan sonra” faslı, “bayramdan sonra”ya dönüyor. Gerçek anlamda çalışmaya başlayabilmek için “artık şu bayram da gelip geçse” demeye başlıyorsunuz. Bizim Şeker Bayramı’ndan farklı olarak burada bayramdan üç gün önce, maddi durumu müsait olan aileler inek kurban ediyorlar. Ailenin ekonomik durumu inek kesmeye elverişli değilse kasaba gidip, az da olsa bir miktar et alıp, yemeklerine katmaya çalışıyorlar. Bu yüzden bayramdan üç gün önce yüzlerce insan kasapların önüne yığılıyor. Dükkanların önünde adeta izdiham yaşanıyor.
Ama bayram öncesinde voleyi vuran esnaf aslında terziler. Bayramlık diktirmek öylesine önemli ki, siparişler Ramazan ayı başında veriliyor ve gerçek manada boğazlarından kesip tüm paralarını giysiye yatırıyorlar. Evde çocuklar açmış falan hikaye… Kimsenin taktığı yok. Kadın, erkek, çocuk, hepsine bayramlık dikiliyor. Bu yüzden, Ramazan ayı boyunca herkes yatarken terziler arı gibi çalışıyor. Bu durumu bilen devlet, normalde akşam vakti evlere birkaç saat elektrik verirken, Ramazan boyunca akşamları sürekli elektrik sağlamaya özen gösteriyor. Tabi bu sefer de gündüzleri hiç elektriğimiz olmuyor. Ancak gece vakti otobüsle bir yerden bir yere giderken yol kenarında yalnızca terzi dükkanlarından gelen ışığı ve içeride çıraklarıyla harıl harıl çalışan terzileri net bir şekilde görüyorsunuz.
Bayramın ilk günü yollar boş
Bayramın ilk günü yollar boş

Herkes memleketine
Arife günü herkes köyüne, ailesinin yanına gitmek için garaja yığılıyor. Zaten keşmekeş olan Brikama garajında bayram öncesinde millet otobüsleri yakalayabilmek için birbirini eziyordu. Tahmin edebileceğiniz gibi, önceden rezervasyon yaptırmak, bilet almak gibi bir usul yok. Haliyle erken gelen yer kapıyor; bu da korkunç bir izdihama sebep oluyor.
Bayramın ilk gününü herkes ailesiyle geçirir de ben durur muyum? Ben de Yundum’daki köyüme gidip bayramı akrabalarımla geçirdim. Ne akrabası diye sorarsanız, önce buradaki ilk günlerime dönüp, nasıl Gambiyalı akrabalara sahip olduğumu anlatmam gerekiyor.
Gambiya’da bir çocuk doğduğu zaman, aynı sünnet töreni gibi, çocuk için bir isim töreni düzenleniyor. Tüm akrabaların katıldığı bu düğünde bir aile büyüğünden çocuğa isim vermesi isteniyor. Aile büyüğü ismi düşündükten sonra, ona sormaya başlıyorlar. “Ne koydun ismi? Nedir söyle!” İsim babası, ismi anons etmek için para istiyor. Önce çocuğun ailesi, sonra aile büyükleri isim babasına para veriyorlar. İsim babası toplanan miktara razı geldiği vakit, yanındaki bir başka akrabanın kulağına çocuğun ismini fısıldıyor. Bu sefer ismi duyan akrabaya para veriliyor ki, yüksek sesle çocuğun adını söylesin. Sonunda çocuğun adı yüksek sesle anons ediliyor ve tüm akrabaların huzurunda ismi konmuş oluyor.
Gambiya’ya geldiğim ilk hafta, WACC ofiste birlikte çalıştığım arkadaşlarım, bana bir isim vereceklerini söylediler. Bu uygulama, Sen-De-Gel’in ilk gönüllüleri buraya geldiği zaman başlamış ve hepsine yerel bir isim verilmiş. WACC çalışanları sırayla isim babası oluyorlar. Tabi bu isim töreni, sembolik bir tören. Yani aramızda para toplamıyoruz. Ama bu şekilde hem Gambiyalılar yabancı isimlerimizi zikretmekte zorlanmıyorlar hem de burada bizi koruyup kollayan bir aileye kavuşuyoruz.
Benim isim babam, WACC’ın kurucusu ve genel sekreteri olan Lamin Saidybah oldu. Bir akşam hepimiz, benim evin bahçesinde toplandık. Lamin, aklına bir isim geldiği zaman ayağa kalktı ve diğer bir çalışma arkadaşımız Sol’un (Aslında Süleyman ama burada tüm Süleyman’lara Sol diyorlar) kulağına ismimi fısıldadı. Sol da ayağa kalktı ve ismimin harflerini tek tek bağırarak, anons etti:
F-A-T-İ-M-A!
Böylece gitti Beliz, geldi Fatima. Soyadım da Saidybah (Sediba) oldu. Önümüzdeki yazılarda daha detaylı bir şekilde anlatacağım ama Gambiya’da başta Mandinka’lar olmak üzere, Fula, Wolof gibi pek çok kabile yaşıyor. En yaygın dil olarak Mandinka kullanılsa da her kabilenin ayrı bir dili var. Saidybah, Fula’lara ait bir soyadı. Yani ne zaman insanlara kendimi tanıtsam,  “Aa, demek sen bir Fula’sın, sana çok uygun bir isim” diyorlar. Bunun nedeni, Fula kabilesinin, diğer kabilelere göre tenlerinin daha açık renkli olması. Ben de bunu öğrendikten sonra dikkat ettim; gerçekten de örneğin Wolof’lar kuzguni siyah bir tene sahipken, Fula’ların teni sütlü çikolata rengi gibi. Ben de buradan ayrılana kadar, güneşte yana yana Fula rengine yaklaşabileceğimi düşünüyorum.
Velhasıl, bu şekilde ben de burada akrabalara kavuşmuş oldum ve bayram için Saidybah ailesinin Yundum yöresindeki evlerine davet edildim. Lamin, Brikama garında yaşanan izdiham dolayısıyla ziyarete arife günü değil, bayramın ilk günü gelmemi sıkı sıkı tembih etti. Bayram sabahı Brikama’ya yirmi dakika mesafedeki Yundum’a giden otobüsleri bulmak için gara gittim ama bu defa da ayrı bir şok yaşadım. Koskoca garda üç dört tane araç var! Meğer otobüs şoförleri arife günü insanları köylerine taşıdıktan sonra arabalarıyla kendi memleketlerine gidiyor, bayram bitene kadar da geri dönmüyorlarmış. Bin bir güçlükle aslında başka bir yere giden ama yolu Yundum’dan geçen bir otobüs buldum. Vardığımda Lamin beni, yanında ortanca oğlu Mustafa ile otoyolun üstünde karşıladı.


Baktım ki Lamin, mor renkli, işlemeli bayramlıklarını giymiş, işlemeli takkesini takmış. Ben hemen eve doğru yol alacağımızı sanıyordum ama önce otoyol üstündeki tanıdık bakkalları, esnafı ziyaret ettik. Ben şimdi tubab kız kardeşim ya, herkese beni göstermesi lazımmış. Velhasıl, daha köyün girişinde belki elli kişiyle selamlaştım ve tokalaştım. Diyeceksiniz ki ne var bunda? Fakat bir bilseniz bir kişiyle selamlaşmak burada ne kadar uzun bir iş… ‘Merhaba, nasılsınız’ falan değil. En kısa selamlaşma şöyle ilerliyor:
E saama (Günaydın)
E saama! (Günaydın)
Etondi? (Adın ne?)
Fatima
Aa, Fatima! Ebota minto le? (Nereden geliyorsun?)
Turkey.
Aa, Turkiii! Sumolule? (Summoli-Ailen nasıl?)
Ebeje (İbige-İyiler)
Koritanante? (Sen nasılsın?)
Tanante (İyiyim)
Yoooo (işte bu!)
Yoooo! (valla işte bu, bu kısma gelince rahatlıyorum.)
Selamlaşmanın daha kısasına henüz şahit olmadım. Hatta soyadını falan da soruyorlar, konu daha da uzayabiliyor. Diyelim iki kişi ile aynı anda tanıştın. İlkine kendini anlatırken öbürü de duyuyor ama saygı gereği aynı izahatları ikinci kişiye de yapman şart. Ailen nasıl, işin nasıl, sen nasılsın, evdekiler nasıl, summoli, ibige, tanante falan uzayıp gidiyor. Bir de Fatima konusu var. Galiba Gambiya’daki kadınların dörtte üçü Fatima. Dolayısıyla tanıştığım kadınların çoğunun adı Fatima çıkıyor ve benim de adımın Fatima olmasının ne kadar ilginç! olduğu konusunda sohbet etmeye başlıyorlar. Bu şekilde birbirimizi kız kardeş ilan ediyoruz.
Fakat en enteresanı, Gambiyalıların kendi aralarında selamlaşmaları. Selamlaşma çok uzun sürdüğü için yolda durup tokalaşmıyorlar, işi pratiğe dökmüşler. Daha konuşmaya devam ederlerken birbirlerini pas geçiyor ama soruları sormaya ve cevap vermeye devam ediyorlar. Bir de çok kısık sesle yapıyorlar bu işleri, ‘hınını hınını’ diye giderek uzaklaşan bir mırıltı duyuyorsunuz. Bu duruma sokakta ilk şahit olduğumda selamlaştıklarını anlamamış, birbirlerinin arkasından konuşmaya, hatta kısık sesle konuştukları için küfürleşmeye devam ettiklerini düşünmüştüm. Heyhat, her yerin adeti başkaymış!
Selamlaşmamız, haliyle köyün içlerinde de devam ediyor ve aslında on dakikalık yolu bir saatte alıyoruz. Eve vardığımızda ben çoktan bir litre suyu tüketmişim.



Geç gelin bayram yapıyor
Saidybah ailesi, buradaki herkes gibi mütevazı bir köy evinde yaşıyor. Evin içi Lamin’in eşi Fatima, beş çocuğu, kız kardeşi, onun çocukları, kuzenleri ile dolu. Evet bu arada Lamin’in karısının yanı sıra kız kardeşinin 7 aylık kızının adı da Fatima… Eve girdiğimde, hanımlar kompanın mutfak kısmında bayram için harıl harıl yemek pişiriyorlar. Öğlen için kuskus üstüne tütsülenmiş balık çorbası, akşam için tavuklu benachin. Benachin, bizim bulgur pilavına benzeyen, baharatlı bir pilav. Burada en çok sevilen ve tercih edilen yemek. Üstüne tercihe göre sebze, tavuk ya da balık parçalayarak hazırlıyorlar.

Akşam kalmam için ısrarcılar. Hatta onca kalabalığa rağmen bir de oda ayırmışlar. Kırılacaklarını hissedince kalmaya razı oluyorum. Onların da yüzü gülüyor. Yemek hazırlanırken, evin genç kızları saçımı örmeyi teklif ediyorlar. Müthiş bir sabır ve incelik gerektiren bu işin nasıl yapıldığını daha önce ev sahibim Nacara’nın kızlarından görmüştüm. “Çok sevinirim ama çok meşakkatli iş, boşverin, uğraşmayın” diyorum ama ısrar ediyorlar. “Senin saçlarını örmekte ne var ki, incecik telleri var. Hem önce ince örgü değil, daha bir kalın yaparız, daha kolay olur” deyince razı oluyorum.

Bir yandan saçım örülürken diğer yandan Attaya çayımızı yudumlayıp bisküvilerimizi yiyoruz. Saçlarımı ördükten sonra, uçlarını renkli lastiklerle tutturuyorlar. Ben saçımı çok beğenince kızlar da kıkır kıkır gülmeye başlıyor. “Bir dahaki sefere incesinden öreriz” diyorlar. Beri yandan Fatima lafa karışıyor, “Bu aralar delikanlılar arasında Mario Balotelli saçı moda. Meşhur bir futbolcuymuş. Her sene ayrı bir model çıkıyor” diyor.
Öğle yemeğinden önce, kadın erkek evin tüm fertleri bayramlıklarını giyiyorlar. Ben yanlarında tam bir bitli turist gibi kalıyorum. İşlerim çok yoğun olduğu için henüz bir terziye gidip buranın yerel giysilerinden diktirmeye vaktim olmadı. Tüm terziler de doluydu zaten. “Kurban bayramından önce yaptırırsın” deyip, kot pantolonumdan kurtulup rahat etmem için belime renkli bir eteklik doluyorlar. Bu sayede biraz olsun yerlilere benziyorum.
Küçük Fatima'nın bayramlığı
Gelinlik

Bu arada bir bakıyorum ki, Lamin’in eşi Fatima, bayramlık değil, gelinliğini giymiş! Üstünde süslü bir elbise, başında enlemesine yerleştirilmiş siyah örtü, upuzun boncuk kolyeler ve elinde boncuklu asası! Bu kıyafetin gelinlik olduğunu, daha önceki köy ziyaretlerimden biliyorum. Gelinler, evlendikten sonra yaklaşık 2 ay boyunca bu giysi ile dolaşıyorlar. Böylece tüm ahaliye, artık evli bir kadın olduğu ilan edilmiş oluyor. Oysa bildiğim kadarıyla Lamin ve Fatima uzun yıllardır evli. Nasıl oluyor bu, yoksa bayrama özel mi diye sorunca, Gambiya’da evlilik müessesesi konusunda dünyam aydınlanıyor.
Gambiya’da Müslüman çiftler, imam nikahı ile evleniyor. Aynı bizim köylerimizde olduğu gibi burada da kız tarafı erkek tarafından başlık parası istiyor. Ancak iş bir tek başlık parası ile kalmıyor, bir yandan da damadın eline uzun bir istek listesi veriliyor. Hayvanlar, ev eşyaları vs…  Ayrıca bunun üzerine kız tarafının tüm akrabalarının yedirilip içirileceği, akrabalara da hediyeler sunulacağı bir düğün yapmak gerekiyor. Elbette çoğu damat bu talepleri karşılayamıyor. İki aile aralarında anlaştılarsa ve damadı beğendilerse, bu talepler karşılanmadan hemen evlenmelerine izin veriyorlar. Ancaaak. Böyle kuru kuru nikah yapmak, evlilikten sayılmıyor. Tam anlamıyla düğün yapılıncaya kadar, kadın kimi günler eşinin evine gitse de kendi ailesinin evinde yaşamaya devam ediyor. Ayrıca kadın, “ben artık seni istemiyorum” diyerek nikahtan çekilmekte özgür. Çift bu süreçte isterse 10 çocuk yapsın, fark etmiyor. Tabi Gambiya yoksul bir ülke olduğu için, evliliklerin yüzde doksanı bu şekilde. Ne zaman ki damat düğün yapar, ki bu Lamin ve Fatima’nın evliliğinde olduğu gibi 10 yıl sürebilir, o zaman gerçekten evlenmiş sayılıyorlar. Düğünden sonra kadın artık tamamen erkeğin evine yerleşmek, kocasına “bey” ve bana göre çok daha acayibi, “abi” diye hitap etmek zorunda. Tüm bunları okuyup “aman zavallı damat” diye düşünmeyin. Erkek kadına düğün yapmış olsa bile nikahı dilediği zaman atıyor ya da gelinin üstüne kuma getiriyor. Üstelik bu kumalar aynı evde de yaşamıyorlar. Genelde erkekler karılarına boşol bile demeden ikinci ya da üçüncü kadınla nikahı basıyorlar. Kadın ancak adam ortadan kaybolunca konuyu idrak ediyor. Çoğu zamanda çocukların geçimini tek başına sağlamak zorunda kalıyor. Ve tabi hiçbir yasal hakkı yok.  

Gelelim bizim çiftimize. İkisi yıllardır mutlu mesut bir yuva kurmuşlar; beş tane de çocuk yapmışlar. Ancak ben Gambiya’ya gelmeden birkaç hafta önce, evliliklerinin onuncu yılında ancak düğün yapabilmişler. Fatima da haliyle, hala gelinliği ile gezme sürecinde. Hem bayramı hem de düğününü kutluyor.
Gün boyunca iki dirhem bir çekirdek giyinmiş bayram çocukları eve uğrayıp büyüklerle tokalaşıyor ve 1 dalasilik harçlıklarını alıyorlar. Ara ara hem bayram kutlamak, hem de evdeki beyaz kadını görmek isteyen komşu ve akrabalar evimize uğrayıp hoş beş ediyor. Akşam yemeğinden sonra gelin ve damat, Yundum halkıyla biraz daha kaynaşmam gerektiğini söyleyerek beni dışarı çıkarıyor. Birlikte kapı kapı dolaşıp komşulara iyi bayramlar diliyoruz. 
Bayram çocukları

Köyün tüm çocukları peşimizde. Zaman zaman, bir kadın yolumuzu kesip başındaki örtüyü çıkarıyor ve önümüze seriyor. “Para vermeden geçemezsin” demekmiş bu. Dalasileri dağıta dağıta bütün köyü turluyoruz. İşte size Gambiya’dan gecikmiş bir bayram hikayesi.



2 yorum:

  1. ne guzel anlatiyorsun Beliz Fatima ...
    ellerine saglik
    selamlar
    m.sakin

    YanıtlaSil
  2. Ooo Sakincim! Sevgiler Afrika'dan, özledik yahu!

    YanıtlaSil