İnsanı insanlığından utandıran bir sefalet. Gambiya’yla
ilgili ilk izlenimim bu. Nasıl bir ortamla karşılaşacağını tahmin etmek, ama
mevcutla yüz yüze geldiğinde gerçekle nasıl baş edeceğini bilememek; öfkelenmek,
durumu kabul etmekte zorlanmak… İlk günlerim bu hislerle ve burada insanların
ne şartlarda yaşamak zorunda olduklarını sindirmeye çalışmakla geçti. Bereket,
benden önceki gönüllü arkadaşım Nezihe’den işleri hızla devralmak zorundaydım
da koşturmaktan “vicdan muhasebesine” pek fazla girmeye fırsatım olmadı. İyi ki
de böyle oldu zira buraya üzülüp içerlemeye değil, buranın gelişmesi için canla
başla çalışan bir avuç insana destek vermek için geldim.
Yine de, anlatmaya nereden başlayacağımı bilemiyorum. Yazarken
hala tutuk bir şekilde ilerliyorum. O yüzden, Gambiya’nın acıtan gerçeklerine
geçmeden önce, belki biraz tebessüm edersiniz diye, buraya geldiğim ilk günü
anlatmakla işe başlamanın doğru olacağına karar verdim. Güncenin devamında
buranın kültüründen, insanlarından, köylerde gerçekleştirdiğimiz projelerden ve
en çok da güzelliklerinden nasılsa bahsedeceğim.
İlk gece ve hayvanat
bahçesi
Uçağım Gambiya’ya gece yarısı indi. Saat sabahın üçünü
gösteriyor olmasına karşın sıcak ve nemli hava, alandan çıkar çıkmaz yüzüme
vurdu. Nezihe’nin ayarlamış olduğu araçla, gönüllü evimizin yer aldığı
Brikama’ya doğru yola çıktık. Sendegel’in gönüllü paydaşı WACC’ın ofisi
Brikama’da, evimiz de ofisin bir sokak ötesinde…
Çift şeritli asfalt yol karanlık, havaalanından sonra pek
fazla ışıklandırma yok. Yaklaşık yirmi dakika sonra Brikama’ya vardık ve
aracımız şehrin içine doğru, bir tali yola saptı. Sapar sapmaz da kendimizi
çamur deryasının içinde bulduk. Sokakların hiçbirinde asfalt yok ve gece
karanlığında bile toprağın kızıl rengi göze çarpıyor. Aracımız dört çeker bir
cip olmasına karşın balçık çamur ve göletlerin içinde zorlukla ilerledi, adeta bir
offroad yarışında gibiydik. “Yağmur
sezonu başladı” dedi Nezihe, “Brikama biraz alçakta kaldığı için sezon boyunca
sokaklarda göletler oluşuyor.” Sokaklar tamamen karanlık ama gökyüzünde ay öyle
berrak ki, duvarların ardındaki tek katlı evlerin alüminyum çatıları ışıldıyor.
Mahallenin göletleri
Yollarda bata çıka ilerleyerek nihayet Missira’daki evimize
ulaştık. Burada binalar, bir buçuk, iki metrelik duvarlarla örülmüş bahçelerin
içinde yer alıyor. Birkaç aile birarada yaşadığı için genelde duvarın içinde
iki ya da üç ev bulunuyor. Bu komplekslere ise compound (ya da Gambiyalıların
söylediği şekilde ‘kompa’) deniyor. Bizim kompa, ev sahibimiz Bayan Nacara’ya
ait büyük bir ev, gönüllü evimiz ve WACC çalışanlarından Süleyman’ın ailesiyle
yaşadığı iki odalı daha küçük iki ev ve girişteki küçük kulübe ile dört binadan
oluşuyor. Hem ev hem de bir bakkal olan girişteki küçük binada, Gine Bissaulu
göçmen bir çift, 1,5 yaşındaki küçük kızları Kadi ile birlikte yaşıyorlar.
Neyse ki kompamız pırıl pırıl, tertemiz. Bahçe tamamen
karolarla döşeli ve tam ortasında, büyük mango ağacının altında yuvarlak,
betonarme, alüminyum tavanlı bir şadırvan var. Gece eve vardığımızda bahçe
kapısını bize Süleyman ve kompanın bekçisi açtılar. Biraz soluklanmak ve hoş
beş etmek için bahçede oturduk.
İlk dikkatimi çeken şey, kurbağaların vıraklamalarıydı…
Sanki büyük bir kurbağa orkestrası soluk almadan sürekli çalıyordu. Yalnız
belli aralıklarla, sanki aralarında tıp ilan etmişler gibi topluca susuyorlar.
Çıt çıkmıyor. “Nasıl böyle aniden susuyorlar?” diye sorunca, Süleyman cevap verdi:
“Kurbağalar yoldaki su göletlerinin içinde. Eğer göletin yanından biri
geçiyorsa o esnada susuyorlar.” Çok güldüm. Kurbağalar kendi aralarında “Susun,
susun, şimdi biri yaklaşıyor!” mu diyorlar acaba diye şakalaştık.
Tam kurbağalara gülerken, bu defa mango ağacının tepesinden
garip sesler gelmeye başladı. Tabi yazıyla sesleri tarif etmek çok güç. Ama ben
kendimce bir benzetme yapmaya çalışacağım. Bir küçük kedi yavrusu miyavlarken
bir yandan da pipetle fırk fırk su içiyor gibi. Evet, ben de bunu yazarken çok
gülüyorum ama vallahi tillahi böyle bir ses… Meğer yarasalar geceleri mangolara
dadanıp suyunu içiyorlarmış. “Vay, yarasa mı” dememe kalmadı, o esnada
“baaammmm” diye bir patlama oldu. Yerimizden zıpladık. Bekçi ve Süleyman
halimize güldü. “Yarasaların ağaçtan aşağı attığı mangolar” dedi. Tevekkeli
buralarda yer gök mango. Sokakta yürürken yerden bir tane alıp hemen yemeye
başlayabilirsiniz.
Zaten yer gök mango, satış yapabiliyorlar mı merak ediyorum:)
Gece, uykuya geçmeden önce tanıştığımız son hayvan ise
kertenkelelerdi. Kompanın duvarları üstünde, bir aşağı bir yukarı gezinip
duruyorlar. Avlumuzun kedileri sayesinde gün içinde kendilerini daha yakından
tanıma fırsatını yakaladım. Bir tane yakalayıp “Baaak, ben ne güzel kertenkele
tuttum” diye göstermeye geliyorlar. Kertenkeleler epey tombul ve uzun. Sanırım
boyları 20 cm kadar var. Büyük olanlarının (ki bunlar erkekmiş), kafaları sarı,
vücutları lacivert. Öğrendiğim kadarıyla bu aralar kertenkelelerin çiftleşme zamanıymış.
Normalde tüm kertenkeleler kahverengiymiş ama bu dönemde erkekler dişilere kendilerini
göstermek için tavuskuşu gibi renkleniyorlarmış. Benim Fenerliler dediğim erkek
kertenkeleler, anladığım kadarıyla kompanın duvarlarında kız tavlamak için
piyasa yapıyorlar. Allahtan bize bir zararları yok.
Ve tabi son olarak, tropikal iklimlerin olmazsa olmazı
sivrisinekler… Her an her yerdeler. Özellikle de geceleri. Kara sinekler ise
gündüzleri daha bir aktifler. Velhasıl, sineksiz bir an yok bu memlekette.
Gelir gelmez ilk yaptığımız iş, Off’ları vücudumuza sıkmak oldu. Yine de gece
uyurken ısırılmaktan kurtulamadık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder