1 Ağustos 2013 Perşembe

Missira’ya yerleşmek


İnsanı insanlığından utandıran bir sefalet. Gambiya’yla ilgili ilk izlenimim bu. Nasıl bir ortamla karşılaşacağını tahmin etmek, ama mevcutla yüz yüze geldiğinde gerçekle nasıl baş edeceğini bilememek; öfkelenmek, durumu kabul etmekte zorlanmak… İlk günlerim bu hislerle ve burada insanların ne şartlarda yaşamak zorunda olduklarını sindirmeye çalışmakla geçti. Bereket, benden önceki gönüllü arkadaşım Nezihe’den işleri hızla devralmak zorundaydım da koşturmaktan “vicdan muhasebesine” pek fazla girmeye fırsatım olmadı. İyi ki de böyle oldu zira buraya üzülüp içerlemeye değil, buranın gelişmesi için canla başla çalışan bir avuç insana destek vermek için geldim.
Yine de, anlatmaya nereden başlayacağımı bilemiyorum. Yazarken hala tutuk bir şekilde ilerliyorum. O yüzden, Gambiya’nın acıtan gerçeklerine geçmeden önce, belki biraz tebessüm edersiniz diye, buraya geldiğim ilk günü anlatmakla işe başlamanın doğru olacağına karar verdim. Güncenin devamında buranın kültüründen, insanlarından, köylerde gerçekleştirdiğimiz projelerden ve en çok da güzelliklerinden nasılsa bahsedeceğim.     

İlk gece ve hayvanat bahçesi
Uçağım Gambiya’ya gece yarısı indi. Saat sabahın üçünü gösteriyor olmasına karşın sıcak ve nemli hava, alandan çıkar çıkmaz yüzüme vurdu. Nezihe’nin ayarlamış olduğu araçla, gönüllü evimizin yer aldığı Brikama’ya doğru yola çıktık. Sendegel’in gönüllü paydaşı WACC’ın ofisi Brikama’da, evimiz de ofisin bir sokak ötesinde…
Çift şeritli asfalt yol karanlık, havaalanından sonra pek fazla ışıklandırma yok. Yaklaşık yirmi dakika sonra Brikama’ya vardık ve aracımız şehrin içine doğru, bir tali yola saptı. Sapar sapmaz da kendimizi çamur deryasının içinde bulduk. Sokakların hiçbirinde asfalt yok ve gece karanlığında bile toprağın kızıl rengi göze çarpıyor. Aracımız dört çeker bir cip olmasına karşın balçık çamur ve göletlerin içinde zorlukla ilerledi, adeta bir offroad yarışında gibiydik.  “Yağmur sezonu başladı” dedi Nezihe, “Brikama biraz alçakta kaldığı için sezon boyunca sokaklarda göletler oluşuyor.” Sokaklar tamamen karanlık ama gökyüzünde ay öyle berrak ki, duvarların ardındaki tek katlı evlerin alüminyum çatıları ışıldıyor.  
                                          Mahallenin göletleri

Yollarda bata çıka ilerleyerek nihayet Missira’daki evimize ulaştık. Burada binalar, bir buçuk, iki metrelik duvarlarla örülmüş bahçelerin içinde yer alıyor. Birkaç aile birarada yaşadığı için genelde duvarın içinde iki ya da üç ev bulunuyor. Bu komplekslere ise compound (ya da Gambiyalıların söylediği şekilde ‘kompa’) deniyor. Bizim kompa, ev sahibimiz Bayan Nacara’ya ait büyük bir ev, gönüllü evimiz ve WACC çalışanlarından Süleyman’ın ailesiyle yaşadığı iki odalı daha küçük iki ev ve girişteki küçük kulübe ile dört binadan oluşuyor. Hem ev hem de bir bakkal olan girişteki küçük binada, Gine Bissaulu göçmen bir çift, 1,5 yaşındaki küçük kızları Kadi ile birlikte yaşıyorlar.
Neyse ki kompamız pırıl pırıl, tertemiz. Bahçe tamamen karolarla döşeli ve tam ortasında, büyük mango ağacının altında yuvarlak, betonarme, alüminyum tavanlı bir şadırvan var. Gece eve vardığımızda bahçe kapısını bize Süleyman ve kompanın bekçisi açtılar. Biraz soluklanmak ve hoş beş etmek için bahçede oturduk.
İlk dikkatimi çeken şey, kurbağaların vıraklamalarıydı… Sanki büyük bir kurbağa orkestrası soluk almadan sürekli çalıyordu. Yalnız belli aralıklarla, sanki aralarında tıp ilan etmişler gibi topluca susuyorlar. Çıt çıkmıyor. “Nasıl böyle aniden susuyorlar?” diye sorunca, Süleyman cevap verdi: “Kurbağalar yoldaki su göletlerinin içinde. Eğer göletin yanından biri geçiyorsa o esnada susuyorlar.” Çok güldüm. Kurbağalar kendi aralarında “Susun, susun, şimdi biri yaklaşıyor!” mu diyorlar acaba diye şakalaştık.
Tam kurbağalara gülerken, bu defa mango ağacının tepesinden garip sesler gelmeye başladı. Tabi yazıyla sesleri tarif etmek çok güç. Ama ben kendimce bir benzetme yapmaya çalışacağım. Bir küçük kedi yavrusu miyavlarken bir yandan da pipetle fırk fırk su içiyor gibi. Evet, ben de bunu yazarken çok gülüyorum ama vallahi tillahi böyle bir ses… Meğer yarasalar geceleri mangolara dadanıp suyunu içiyorlarmış. “Vay, yarasa mı” dememe kalmadı, o esnada “baaammmm” diye bir patlama oldu. Yerimizden zıpladık. Bekçi ve Süleyman halimize güldü. “Yarasaların ağaçtan aşağı attığı mangolar” dedi. Tevekkeli buralarda yer gök mango. Sokakta yürürken yerden bir tane alıp hemen yemeye başlayabilirsiniz.
                                         Zaten yer gök mango, satış yapabiliyorlar mı merak ediyorum:)


Gece, uykuya geçmeden önce tanıştığımız son hayvan ise kertenkelelerdi. Kompanın duvarları üstünde, bir aşağı bir yukarı gezinip duruyorlar. Avlumuzun kedileri sayesinde gün içinde kendilerini daha yakından tanıma fırsatını yakaladım. Bir tane yakalayıp “Baaak, ben ne güzel kertenkele tuttum” diye göstermeye geliyorlar. Kertenkeleler epey tombul ve uzun. Sanırım boyları 20 cm kadar var. Büyük olanlarının (ki bunlar erkekmiş), kafaları sarı, vücutları lacivert. Öğrendiğim kadarıyla bu aralar kertenkelelerin çiftleşme zamanıymış. Normalde tüm kertenkeleler kahverengiymiş ama bu dönemde erkekler dişilere kendilerini göstermek için tavuskuşu gibi renkleniyorlarmış. Benim Fenerliler dediğim erkek kertenkeleler, anladığım kadarıyla kompanın duvarlarında kız tavlamak için piyasa yapıyorlar. Allahtan bize bir zararları yok.
Ve tabi son olarak, tropikal iklimlerin olmazsa olmazı sivrisinekler… Her an her yerdeler. Özellikle de geceleri. Kara sinekler ise gündüzleri daha bir aktifler. Velhasıl, sineksiz bir an yok bu memlekette. Gelir gelmez ilk yaptığımız iş, Off’ları vücudumuza sıkmak oldu. Yine de gece uyurken ısırılmaktan kurtulamadık.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder