Gambiya Müslüman bir ülke. Tarih boyunca Portekizliler ve
uzun süre İngilizlerin işgali altında yaşamış olmalarına rağmen zaman içinde
Somali ve Sudan gibi kıtanın doğu tarafındaki ülkelerden göçler çoğaldıkça,
buradaki Müslümanların da sayısı artmış. Hemen herkes koyu dindar; beş vakit
namazlarını kılarlar, korkunç sıcağa ve neme karşın oruç tutmayı asla
aksatmazlar ve kutsal günlerin dışında bile her toplantıya dua ederek
başlarlar. Buraya ilk geldiğimde Ramazan
ayı olduğu için bu durumun sadece mübarek aylarda geçerli olduğunu
zannediyordum. Meğer öyle değilmiş… Velhasıl, ne zaman bir yere toplantıya
gitsek veya ofise misafir gelse, toplantılarımız daima duayla açılıyor.
Gambiyalılar her ne kadar koyu dindar da olsalar, kimse kimsenin
örtüsüyle, giyimiyle veya yaşam tarzıyla ilgilenmiyor. Buranın iklimi ve yaşam
şartlarından olsa gerek, hem erkek hem de kadınlar, şehirde de olsalar
genellikle geleneksel kıyafetlerini giymeyi tercih ediyorlar. Kimi kadınlar
başlarını örtse de, bu örtünme bizim anladığımız manada bir örtünme değil.
Genellikle yakacak odundan çamaşıra ne varsa başlarının üstünde taşıdıkları
için, başörtüleri neredeyse yastık vazifesi gören bir şekilde, yuvarlak bir
dolama halinde başlarını süslüyor. Bu türbanları farklı stillerde bağlamaya
bayılıyorlar. Öyle ki, burada kuaförler saç örmenin yanı sıra bir de türbanlara
şekil vermekle ünlüler. Askılı ya da kısa kollu bir bluzun altına bileklerine
kadar ince uzun bir eteklik (giydim-yırtmaç olmadığı için yürümesi çok zor) giyiyorlar.
Gambiya’da “açıklık” kavramı yalnızca bacakların örtülü olup olmamasıyla
ilgili. Diz ve baldırların görünmesini ayıp sayıyorlar. Oysa çoğu zaman saçlar,
kollar ve boyun sürekli açıkta. Boynu ve kolları bir yana bırakın, göğüsler de
sürekli ortada… Burada kadınlar, iki yaşına kadar çocuklarını bir bez
vasıtasıyla sırtlarına bağlayıp taşıdıklarından, bahçede, sokakta, otobüste,
her an her yerde göğüslerini ortaya çıkarıp bebeklerini emzirmeye başlıyorlar.
Bir Allahın kulu da dönüp bakmıyor. Öyle normal bir durum yani…
Erkekler giyim konusunda kadınlara oranla tabi ki daha
rahat. Ama onlar da kot pantolon ve tişörtün yanı sıra, en az kadınların
kıyafetleri kadar renkli kumaş pantolonlarını ve uzun gömleklerini giymeyi
tercih ediyorlar. Sıcak yüzünden mutlaka bir şapka, veya bizim fese benzeyen
işlemeli takkelerini takmayı ihmal etmiyorlar.
Ramazan ayında elbette, sokaklarda yemek yememeye, bir şey
içmemeye, müziğin sesini açmamaya özen gösteriyorlar. Her taksinin içinden
Kuran sesleri geliyor. Ama doğrusu Ramazan boyunca burada hayat tamamen
duruyor.
Garaja gidip Tankular arabasını mı sordunuz? “Ramazan’dan
sonra kardeşim…”
“Nasıl yani, iptal mi oldu?”
“Bu aralar az araç var. Ramazan ya…”
Önceden ayarlamış olduğunuz bir iş görüşmeniz mi vardı? Boşuna
arayıp durmayın, Ramazan’dan sonra…
Postaneden kart mı atacaktınız? Kartlar bitti, Ramazan’dan
sonra gelir…
Anlayacağınız Ramazan ayında herkes ibadet etmekle kalmıyor,
aynı zamanda yan gelip yatıyor.
İftar açmak, bizim gibi önce su ve hurma daha sonra
kahvaltıyla oluyor. Ancak kahvaltı dedikleri, bizimkinden biraz farklı. Büyük
plastik bir salata tabağının içine domates, salatalık ve soğan kesiliyor.
Üstüne sulandırılmış mayonez ve tuz ekleniyor. Ekmeği bana bana yiyorlar.
Kahvaltı sonrasında topluca namaz kılınıyor. Sonrasında, genelde burada her
daim pirinç yendiği için, bol baharatlı pilav üstüne sebze, tavuk, kimi zaman
da tütsülenmiş balık yeniyor. Kadınlar kahvaltı ve yemeği hazırlarken erkekler
de iftarın sonunda içilmesi neredeyse şart olan, Attaya isimli çaylarını
hazırlıyorlar. Klasik çayın içine buraya has bazı otlar ve biraz da nane
karıştırılıyor. Demlikte iyice pişiyor. Çayı genelde küçük likör bardaklarında
içiyorlar ve demlenirken çaydanlıktan bardağa bardaktan çaydanlığa defalarca
döküp iyice köpürtüyorlar. Aslında çok köpüklü olmasa çay lezzetli… Ancak bir
de küçücük bardağın yarısını şekerle doldurmuyorlar mı, işte orada bitiyorum.
Defalarca çayı şekersiz içtiğimi anlatmaya çalıştım ama bu durum onlara öyle
garip geliyor ki her seferinde yine, yeniden şekeri boca ediyorlar. Dolayısıyla
tadı bana bol şekerli, naneli, köpüklü sıcak su gibi geliyor… Doğrusu, ayıp
olmasın diye içmeye çalışıyorum…
|
Bayram modası |
Kasapların ve terzilerin
bayramı
Ramazan’ın sonlarına doğru, “Ramazan’dan sonra” faslı,
“bayramdan sonra”ya dönüyor. Gerçek anlamda çalışmaya başlayabilmek için “artık
şu bayram da gelip geçse” demeye başlıyorsunuz. Bizim Şeker Bayramı’ndan farklı
olarak burada bayramdan üç gün önce, maddi durumu müsait olan aileler inek kurban
ediyorlar. Ailenin ekonomik durumu inek kesmeye elverişli değilse kasaba gidip,
az da olsa bir miktar et alıp, yemeklerine katmaya çalışıyorlar. Bu yüzden bayramdan
üç gün önce yüzlerce insan kasapların önüne yığılıyor. Dükkanların önünde adeta
izdiham yaşanıyor.
Ama bayram öncesinde voleyi vuran esnaf aslında terziler. Bayramlık
diktirmek öylesine önemli ki, siparişler Ramazan ayı başında veriliyor ve
gerçek manada boğazlarından kesip tüm paralarını giysiye yatırıyorlar. Evde
çocuklar açmış falan hikaye… Kimsenin taktığı yok. Kadın, erkek, çocuk, hepsine
bayramlık dikiliyor. Bu yüzden, Ramazan ayı boyunca herkes yatarken terziler arı
gibi çalışıyor. Bu durumu bilen devlet, normalde akşam vakti evlere birkaç saat
elektrik verirken, Ramazan boyunca akşamları sürekli elektrik sağlamaya özen
gösteriyor. Tabi bu sefer de gündüzleri hiç elektriğimiz olmuyor. Ancak gece
vakti otobüsle bir yerden bir yere giderken yol kenarında yalnızca terzi
dükkanlarından gelen ışığı ve içeride çıraklarıyla harıl harıl çalışan
terzileri net bir şekilde görüyorsunuz.
|
Bayramın ilk günü yollar boş |
Herkes memleketine
Arife günü herkes köyüne, ailesinin yanına gitmek için
garaja yığılıyor. Zaten keşmekeş olan Brikama garajında bayram öncesinde millet
otobüsleri yakalayabilmek için birbirini eziyordu. Tahmin edebileceğiniz gibi,
önceden rezervasyon yaptırmak, bilet almak gibi bir usul yok. Haliyle erken
gelen yer kapıyor; bu da korkunç bir izdihama sebep oluyor.
Bayramın ilk gününü herkes ailesiyle geçirir de ben durur
muyum? Ben de Yundum’daki köyüme gidip bayramı akrabalarımla geçirdim. Ne
akrabası diye sorarsanız, önce buradaki ilk günlerime dönüp, nasıl Gambiyalı
akrabalara sahip olduğumu anlatmam gerekiyor.
Gambiya’da bir çocuk doğduğu zaman, aynı sünnet töreni gibi,
çocuk için bir isim töreni düzenleniyor. Tüm akrabaların katıldığı bu düğünde
bir aile büyüğünden çocuğa isim vermesi isteniyor. Aile büyüğü ismi düşündükten
sonra, ona sormaya başlıyorlar. “Ne koydun ismi? Nedir söyle!” İsim babası, ismi
anons etmek için para istiyor. Önce çocuğun ailesi, sonra aile büyükleri isim
babasına para veriyorlar. İsim babası toplanan miktara razı geldiği vakit,
yanındaki bir başka akrabanın kulağına çocuğun ismini fısıldıyor. Bu sefer ismi
duyan akrabaya para veriliyor ki, yüksek sesle çocuğun adını söylesin. Sonunda
çocuğun adı yüksek sesle anons ediliyor ve tüm akrabaların huzurunda ismi
konmuş oluyor.
Gambiya’ya geldiğim ilk hafta, WACC ofiste birlikte
çalıştığım arkadaşlarım, bana bir isim vereceklerini söylediler. Bu uygulama,
Sen-De-Gel’in ilk gönüllüleri buraya geldiği zaman başlamış ve hepsine yerel
bir isim verilmiş. WACC çalışanları sırayla isim babası oluyorlar. Tabi bu isim
töreni, sembolik bir tören. Yani aramızda para toplamıyoruz. Ama bu şekilde hem
Gambiyalılar yabancı isimlerimizi zikretmekte zorlanmıyorlar hem de burada bizi
koruyup kollayan bir aileye kavuşuyoruz.
Benim isim babam, WACC’ın kurucusu ve genel sekreteri olan
Lamin Saidybah oldu. Bir akşam hepimiz, benim evin bahçesinde toplandık. Lamin,
aklına bir isim geldiği zaman ayağa kalktı ve diğer bir çalışma arkadaşımız
Sol’un (Aslında Süleyman ama burada tüm Süleyman’lara Sol diyorlar) kulağına
ismimi fısıldadı. Sol da ayağa kalktı ve ismimin harflerini tek tek bağırarak, anons
etti:
F-A-T-İ-M-A!
Böylece gitti Beliz, geldi Fatima. Soyadım da Saidybah
(Sediba) oldu. Önümüzdeki yazılarda daha detaylı bir şekilde anlatacağım ama
Gambiya’da başta Mandinka’lar olmak üzere, Fula, Wolof gibi pek çok kabile
yaşıyor. En yaygın dil olarak Mandinka kullanılsa da her kabilenin ayrı bir
dili var. Saidybah, Fula’lara ait bir soyadı. Yani ne zaman insanlara kendimi
tanıtsam, “Aa, demek sen bir Fula’sın,
sana çok uygun bir isim” diyorlar. Bunun nedeni, Fula kabilesinin, diğer
kabilelere göre tenlerinin daha açık renkli olması. Ben de bunu öğrendikten
sonra dikkat ettim; gerçekten de örneğin Wolof’lar kuzguni siyah bir tene
sahipken, Fula’ların teni sütlü çikolata rengi gibi. Ben de buradan ayrılana
kadar, güneşte yana yana Fula rengine yaklaşabileceğimi düşünüyorum.
Velhasıl, bu şekilde ben de burada akrabalara kavuşmuş oldum
ve bayram için Saidybah ailesinin Yundum yöresindeki evlerine davet edildim. Lamin,
Brikama garında yaşanan izdiham dolayısıyla ziyarete arife günü değil, bayramın
ilk günü gelmemi sıkı sıkı tembih etti. Bayram sabahı Brikama’ya yirmi dakika
mesafedeki Yundum’a giden otobüsleri bulmak için gara gittim ama bu defa da
ayrı bir şok yaşadım. Koskoca garda üç dört tane araç var! Meğer otobüs
şoförleri arife günü insanları köylerine taşıdıktan sonra arabalarıyla kendi
memleketlerine gidiyor, bayram bitene kadar da geri dönmüyorlarmış. Bin bir
güçlükle aslında başka bir yere giden ama yolu Yundum’dan geçen bir otobüs
buldum. Vardığımda Lamin beni, yanında ortanca oğlu Mustafa ile otoyolun
üstünde karşıladı.
Baktım ki Lamin, mor renkli, işlemeli bayramlıklarını
giymiş, işlemeli takkesini takmış. Ben hemen eve doğru yol alacağımızı
sanıyordum ama önce otoyol üstündeki tanıdık bakkalları, esnafı ziyaret ettik.
Ben şimdi tubab kız kardeşim ya, herkese beni göstermesi lazımmış. Velhasıl,
daha köyün girişinde belki elli kişiyle selamlaştım ve tokalaştım. Diyeceksiniz
ki ne var bunda? Fakat bir bilseniz bir kişiyle selamlaşmak burada ne kadar
uzun bir iş… ‘Merhaba, nasılsınız’ falan değil. En kısa selamlaşma şöyle
ilerliyor:
E saama (Günaydın)
E saama! (Günaydın)
Etondi? (Adın ne?)
Fatima
Aa, Fatima! Ebota minto le? (Nereden geliyorsun?)
Turkey.
Aa, Turkiii! Sumolule? (Summoli-Ailen nasıl?)
Ebeje (İbige-İyiler)
Koritanante? (Sen nasılsın?)
Tanante (İyiyim)
Yoooo (işte bu!)
Yoooo! (valla işte bu, bu kısma gelince rahatlıyorum.)
Selamlaşmanın daha kısasına henüz şahit olmadım. Hatta
soyadını falan da soruyorlar, konu daha da uzayabiliyor. Diyelim iki kişi ile
aynı anda tanıştın. İlkine kendini anlatırken öbürü de duyuyor ama saygı gereği
aynı izahatları ikinci kişiye de yapman şart. Ailen nasıl, işin nasıl, sen
nasılsın, evdekiler nasıl, summoli, ibige, tanante falan uzayıp gidiyor. Bir de
Fatima konusu var. Galiba Gambiya’daki kadınların dörtte üçü Fatima.
Dolayısıyla tanıştığım kadınların çoğunun adı Fatima çıkıyor ve benim de adımın
Fatima olmasının ne kadar ilginç! olduğu konusunda sohbet etmeye başlıyorlar.
Bu şekilde birbirimizi kız kardeş ilan ediyoruz.
Fakat en enteresanı, Gambiyalıların kendi aralarında
selamlaşmaları. Selamlaşma çok uzun sürdüğü için yolda durup tokalaşmıyorlar, işi
pratiğe dökmüşler. Daha konuşmaya devam ederlerken birbirlerini pas geçiyor ama
soruları sormaya ve cevap vermeye devam ediyorlar. Bir de çok kısık sesle
yapıyorlar bu işleri, ‘hınını hınını’ diye giderek uzaklaşan bir mırıltı duyuyorsunuz.
Bu duruma sokakta ilk şahit olduğumda selamlaştıklarını anlamamış,
birbirlerinin arkasından konuşmaya, hatta kısık sesle konuştukları için
küfürleşmeye devam ettiklerini düşünmüştüm. Heyhat, her yerin adeti başkaymış!
Selamlaşmamız, haliyle köyün içlerinde de devam ediyor ve
aslında on dakikalık yolu bir saatte alıyoruz. Eve vardığımızda ben çoktan bir
litre suyu tüketmişim.
Geç gelin bayram
yapıyor
Saidybah ailesi, buradaki herkes gibi mütevazı bir köy
evinde yaşıyor. Evin içi Lamin’in eşi Fatima, beş çocuğu, kız kardeşi, onun
çocukları, kuzenleri ile dolu. Evet bu arada Lamin’in karısının yanı sıra kız kardeşinin
7 aylık kızının adı da Fatima… Eve girdiğimde, hanımlar kompanın mutfak
kısmında bayram için harıl harıl yemek pişiriyorlar. Öğlen için kuskus üstüne
tütsülenmiş balık çorbası, akşam için tavuklu benachin. Benachin, bizim bulgur
pilavına benzeyen, baharatlı bir pilav. Burada en çok sevilen ve tercih edilen
yemek. Üstüne tercihe göre sebze, tavuk ya da balık parçalayarak hazırlıyorlar.
Akşam kalmam için ısrarcılar. Hatta onca kalabalığa rağmen
bir de oda ayırmışlar. Kırılacaklarını hissedince kalmaya razı oluyorum.
Onların da yüzü gülüyor. Yemek hazırlanırken, evin genç kızları saçımı örmeyi
teklif ediyorlar. Müthiş bir sabır ve incelik gerektiren bu işin nasıl
yapıldığını daha önce ev sahibim Nacara’nın kızlarından görmüştüm. “Çok
sevinirim ama çok meşakkatli iş, boşverin, uğraşmayın” diyorum ama ısrar
ediyorlar. “Senin saçlarını örmekte ne var ki, incecik telleri var. Hem önce ince
örgü değil, daha bir kalın yaparız, daha kolay olur” deyince razı oluyorum.
Bir yandan saçım örülürken diğer yandan Attaya çayımızı
yudumlayıp bisküvilerimizi yiyoruz. Saçlarımı ördükten sonra, uçlarını renkli
lastiklerle tutturuyorlar. Ben saçımı çok beğenince kızlar da kıkır kıkır
gülmeye başlıyor. “Bir dahaki sefere incesinden öreriz” diyorlar. Beri yandan
Fatima lafa karışıyor, “Bu aralar delikanlılar arasında Mario Balotelli saçı
moda. Meşhur bir futbolcuymuş. Her sene ayrı bir model çıkıyor” diyor.
Öğle yemeğinden önce, kadın erkek evin tüm fertleri
bayramlıklarını giyiyorlar. Ben yanlarında tam bir bitli turist gibi kalıyorum.
İşlerim çok yoğun olduğu için henüz bir terziye gidip buranın yerel
giysilerinden diktirmeye vaktim olmadı. Tüm terziler de doluydu zaten. “Kurban
bayramından önce yaptırırsın” deyip, kot pantolonumdan kurtulup rahat etmem
için belime renkli bir eteklik doluyorlar. Bu sayede biraz olsun yerlilere
benziyorum.
|
Küçük Fatima'nın bayramlığı |
|
Gelinlik |
Bu arada bir bakıyorum ki, Lamin’in eşi Fatima, bayramlık
değil, gelinliğini giymiş! Üstünde süslü bir elbise, başında enlemesine
yerleştirilmiş siyah örtü, upuzun boncuk kolyeler ve elinde boncuklu asası! Bu
kıyafetin gelinlik olduğunu, daha önceki köy ziyaretlerimden biliyorum.
Gelinler, evlendikten sonra yaklaşık 2 ay boyunca bu giysi ile dolaşıyorlar.
Böylece tüm ahaliye, artık evli bir kadın olduğu ilan edilmiş oluyor. Oysa
bildiğim kadarıyla Lamin ve Fatima uzun yıllardır evli. Nasıl oluyor bu, yoksa
bayrama özel mi diye sorunca, Gambiya’da evlilik müessesesi konusunda dünyam
aydınlanıyor.
Gambiya’da Müslüman çiftler, imam nikahı ile evleniyor. Aynı
bizim köylerimizde olduğu gibi burada da kız tarafı erkek tarafından başlık
parası istiyor. Ancak iş bir tek başlık parası ile kalmıyor, bir yandan da
damadın eline uzun bir istek listesi veriliyor. Hayvanlar, ev eşyaları vs… Ayrıca bunun üzerine kız tarafının tüm
akrabalarının yedirilip içirileceği, akrabalara da hediyeler sunulacağı bir
düğün yapmak gerekiyor. Elbette çoğu damat bu talepleri karşılayamıyor. İki
aile aralarında anlaştılarsa ve damadı beğendilerse, bu talepler karşılanmadan
hemen evlenmelerine izin veriyorlar. Ancaaak. Böyle kuru kuru nikah yapmak,
evlilikten sayılmıyor. Tam anlamıyla düğün yapılıncaya kadar, kadın kimi günler
eşinin evine gitse de kendi ailesinin evinde yaşamaya devam ediyor. Ayrıca
kadın, “ben artık seni istemiyorum” diyerek nikahtan çekilmekte özgür. Çift bu
süreçte isterse 10 çocuk yapsın, fark etmiyor. Tabi Gambiya yoksul bir ülke
olduğu için, evliliklerin yüzde doksanı bu şekilde. Ne zaman ki damat düğün
yapar, ki bu Lamin ve Fatima’nın evliliğinde olduğu gibi 10 yıl sürebilir, o
zaman gerçekten evlenmiş sayılıyorlar. Düğünden sonra kadın artık tamamen
erkeğin evine yerleşmek, kocasına “bey” ve bana göre çok daha acayibi, “abi”
diye hitap etmek zorunda. Tüm bunları okuyup “aman zavallı damat” diye
düşünmeyin. Erkek kadına düğün yapmış olsa bile nikahı dilediği zaman atıyor ya
da gelinin üstüne kuma getiriyor. Üstelik bu kumalar aynı evde de yaşamıyorlar.
Genelde erkekler karılarına boşol bile demeden ikinci ya da üçüncü kadınla
nikahı basıyorlar. Kadın ancak adam ortadan kaybolunca konuyu idrak ediyor.
Çoğu zamanda çocukların geçimini tek başına sağlamak zorunda kalıyor. Ve tabi
hiçbir yasal hakkı yok.
Gelelim bizim çiftimize. İkisi yıllardır mutlu mesut bir
yuva kurmuşlar; beş tane de çocuk yapmışlar. Ancak ben Gambiya’ya gelmeden
birkaç hafta önce, evliliklerinin onuncu yılında ancak düğün yapabilmişler.
Fatima da haliyle, hala gelinliği ile gezme sürecinde. Hem bayramı hem de düğününü
kutluyor.
Gün boyunca iki dirhem bir çekirdek giyinmiş bayram
çocukları eve uğrayıp büyüklerle tokalaşıyor ve 1 dalasilik harçlıklarını
alıyorlar. Ara ara hem bayram kutlamak, hem de evdeki beyaz kadını görmek
isteyen komşu ve akrabalar evimize uğrayıp hoş beş ediyor. Akşam yemeğinden
sonra gelin ve damat, Yundum halkıyla biraz daha kaynaşmam gerektiğini
söyleyerek beni dışarı çıkarıyor. Birlikte kapı kapı dolaşıp komşulara iyi
bayramlar diliyoruz.
|
Bayram çocukları |
Köyün tüm çocukları peşimizde. Zaman zaman, bir kadın yolumuzu
kesip başındaki örtüyü çıkarıyor ve önümüze seriyor. “Para vermeden geçemezsin”
demekmiş bu. Dalasileri dağıta dağıta bütün köyü turluyoruz. İşte size
Gambiya’dan gecikmiş bir bayram hikayesi.